Çekilen ‘ikinci grup’tan bir gerilla: “Silahlar elimizden alınsın da, cıscıvlak ortada mı kalalım? Ayrıca, bu devlet ne yaptı da, biz silahı bırakalım?”
Sitem ediyor: “Türk aydınları, gazeteciler de dahil, Kürdistan’da yaşananların gerçek yüzünü neden göstermediler, çekilen acıları neden anlatmadılar? Niye her şeyi çarpıttılar? Türk halkı şimdi bunun bedelini ödüyor. Türk aydınlarının çarpıtması, Türk medyasının da devlete alet olması...”
Hep kulağıma çalınıyor: Barış evet,
ama içi nasıl doldurulacak demokrasiyle,
insan hakları ve özgürlüklerle, hukukla?..
Irak Kürdistanı, Metina bölgesinde bir PKK kampı-
Dağın tepesinde bir ileri bir geri yapıyoruz. Biri direksiyonda, biri arkada iki gerilla. Cep telefonu için en iyi noktayı yakalayıp yazımla fotoğraflarımı bir an önce geçmek istiyorum.
Hava kapalı, dışarıda yağmur çiseliyor.
Müthiş bir kadın sesi yükseliyor. Sıra dışı bir ses. Tok, duru, olağanüstü temiz ve etkileyici. Gitar eşliğinde Kürtçe söylüyor.
“Delila... Kürtlerin Sezen Aksu’su...”
“Şarkının adı, Şev Tari...”
“Ne anlama geliyor?”
“Karanlık Gece...”
“Bu arkadaş, Delila, şehit düştü. 2007’de Şırnak il sınırını 11 kişilik bir grupla geçerken vuruldu. 1981 Amed (Diyarbakır) doğumluydu.”
“Hissederek, yaşayarak söylediği için böyle güzel söylüyor.”
Dağların arasında, Uludere sınırına yakın bir yerdeki ‘bir gerilla noktası’nda, Türkiye’den yeni çekilen 15 kişilik ‘ikinci gerilla grubu’yla görüşmeye gidiyorum.
Hüzünlü bir ses...
Delila’yı bir daha, bir daha dinliyorum. Bazen bir ses ağlatır insanı, biraz böyle oluyor.
Yemyeşil vadiye Berivanlar, keçi sütü, koyun sütü sağan Kürt kadınları yayılmış, rengârenk giysileriyle. Biri, neden Türkçe konuştuğumuzu soruyor.
Türk savaş uçaklarının bombalarından ara sıra paylarını aldıkları ve PKK’lı gerillalarla yıllardır içiçe yaşadıkları için Türkiye’den, Türkçe’den hoşlanmadıklarını anlıyoruz, bu Iraklı Kürt köylülerinin...
Saddam Hüseyin döneminde yakılmış yıkılmış bir köyün hazin kalıntılarını arkamızda bırakarak dağa tırmanmaya koyuluyoruz.
Gerçekten vahşi bir doğa! “Bu doğa bize bir gerillacılık çağrısı gibi...” diyor bir gerilla, “Bu devlet Ege’den, İstanbul’dan ana kuzularını böylesine coğrafyalara getiriyor, gelin savaşın, mücadele edin diye... Yazık değil mi? Yazık, hem de çok yazık. Vicdanı olan bir devlet bunu yapar mı?..”
Bir yerde soluklanmak için kısa bir mola veriyoruz. Bulunduğumuz coğrafyayı anlatıyor:
“Aşağıdaki vadinin içinden Habur Suyu akıyor. Bu su, Metina bölgesinin batı sınırını oluşturuyor. Doğu sınırını da Zap Suyu çiziyor.”
Ve bana sorusunu soruyor:
“AKP, bu sürecin altından kalkabilecek mi?”
Ben de ona soruyorum:
“Güzel bir soru. Sen ne düşünüyorsun?”
Gülüyor, ben devam ediyorum:
“Kolay değil, değil mi?..”
Yine gülüyor:
“Dogridir, kolay değil.”
Gerillanın bu sorusunun arkasında, ‘çözüm süreci’nin kritik bir düğüm noktası yatıyor. Geçen ay Güneydoğu’da yaptığım sekiz günlük gezi sırasında da, ‘çekilme süreci’ni izlemeye çalıştığım bu coğrafyada da soru işaretlerinin çengelleri gelip bu düğüme asılıyor.
“Ateşkes, çekilme... Biz PKK olarak, önderliğimizin iradesinin de gereği olarak üzerimize düşeni yapmaya başladık; Erdoğan da gereğini yapacak mı?” sorusu, Güneydoğu’da olduğu gibi burada da kulağıma çalınıyor.
Dağın yamacında, sarp kayalıkların, ağaçların arasına saklanmış bodur çadırlardan, barınaklardan çıkıyorlar. Çekilme sürecini tamamlayan kadınlı erkekli 15 kişilik ikinci grubun gerillaları. Beytüşşebap taraflarından dokuz gün süren ve üçte ikisi karla kaplı bir coğrafyadaki çok yorucu bir yürüyüşü bir gün önce noktalamışlar.
Kayalıkları sohbet mekânı olarak seçiyoruz. İki gün önce çekilme sürecinin ‘birinci gerilla grubu’yla birlikte yaptığım sekiz saatlik dağcılık sırasındaki sorumu yine ortaya atıyorum:
“Geri çekilmeden dolayı burukluk var mı?”
Birbirleriyle bakışıyorlar.
Hayır diyen yok yine.
Daha çok burukluğun tarifi yapılıyor.
Sözü önce Tamara Warjin alıyor.
Van’dan bir kadın gerilla.
Adının Türkçesi Yaşam Diyarı.
29 yaşında, dokuz yıldır dağda.
“Sorun burukluk değil” diye söze başlıyor Tamara, “Biz silah gücüyüz. Biz silah seçeneğiyle dağa çıktık. Sorun silahtan dolayı çıkmadı. Yani biz var olan bir sorundan sonra silahı kaldırdık. Şimdi sorun çözümdür. Bizdeki burukluğun nedeni, sorunların çözülmemiş olmasıdır.”
Çözülmemiş sorunları da şu çerçevede topluyor:
“Bir halkın varlığının ve kimliğinin inkârı... Sanki Kürt yok, Kürtçe yok... Sanki her şey uydurma, kandırılmış gençlerin terörist, eşkıya yapılması... Kültürel hakların inkârı, en başta dilin... Kürtçe eğitim hakkının hâlâ kabul edilmiyor olması... Kürtlerle Türklerin eşit haklara sahip olmamaları... Ve ekonomik alandaki eşitsizlik...”
Tamara Warjin, ortaokul mezunu.
Okulda kendisine Türkçe’nin dayatılmasına karşı duyduğu tepkiyi anlatıyor. Öğretmenin okulda sürekli olarak yaptığı Kürtçe konuşmayın uyarısının ne kadar itici olduğunu anlatıyor. Kürtçeyi savunan bir aileden geldiğini belirtiyor. Hapishaneden geçtiğini, ‘canlı kalkan’lık yaptığını söyledikten sonra ekliyor:
“Yedi kardeşiz. Ablam ve ben dağdayız.”
Munzur Piro, Dersimli, 45 yaşında, 15 yıldır dağda. Annesi Ermeni. Zaza, Alevi.
Yedi kardeşler. Küçük kardeşi de dağda. Aile Çukurova’ya göçmüş. O da, İstanbul’a okumaya gitmiş. Yıldız Teknik mezunu...
Burukluk konusuna şöyle değiniyor:
“Birden çok burukluk var. Bir kısmını Tamara arkadaş anlattı. Bu coğrafyada 30 yıldır bir savaş yaşanıyor. Ama Türk aydınları ve medya, devletin çizmiş olduğu resmi çerçevenin içinde kaldılar. Bir halkın, Kürtlerin yaşadığı trajediyi yeterince anlatmadılar. Korktular, zaman zaman devletle karşı karşıya kalmak istemediler. Bu savaş yıllarca inkâr edildi. Kürt kimliğimiz nasıl inkâr edildiyse, savaşımız da inkâr edildi. Bu bir burukluk... Bugün gelinmiş olan nokta mutluluk verici...”
Munzur Piro şöyle devam ediyor:
“Bir başka burukluk... Bu halk kendi tarihini yarattı, yaratıyor. Bizim tarihimiz inkâr edildi. Yıllarca önderliğimizi (Öcalan) inkâr ettiler, onun halkla ilişkisini koparmak istediler. Olmadı, yapamadılar.”
Bir başka burukluk konusuna şöyle dokunuyor:
“Tarih çarpıtılıyor, Kürtler yok sayılıyor. Dilimiz inkâr ediliyor. Kendi anadilimizde eğitimin reddedilmesi de Kürtçe’nin inkârıdır. Çocukluğumdan beri anadilimi inkâr etmem için baskı gördüm. ‘Dilini ve kültürünü bırak, kendini inkâr et, o zaman her şey olabilirsin!’ dendi bana...”
Soruyorum:
“AK Parti bu işin altından kalkabilir mi?”
Munzur Piro’nun yanıtı:
“AKP de Kürtleri teslimiyete getirmek istedi. Kürt halkı ve önderlik teslimiyete geçit vermedi. 2010’la 2012 arasında bir kez daha her şeye başvurdu Erdoğan... Ama sonuç alamadı.”
Gelinen noktayı da şöyle özetliyor:
“Erdoğan sonuç alamayınca, Kürt Halk Önderliği’yle (Öcalan’la) müzakereye oturmak zorunda kaldı. Elbette olumlu bir gelişme bu...”
Şöyle devam ediyor:
“Bizim taleplerimiz bellidir. AKP’ye zerre kadar güvenim yoktur. Peki o zaman, niye ateşkes, niye çekilme sorusuna gelince... Önderliğimize güvendiğimiz için...”
Soruyorum:
“Ama Öcalan silahlara veda demedi mi? Silahlar değil, silahlı mücadele değil, demokratik mücadele zamanı demedi mi? O zaman?..
Yanıt bir soruyla geliyor:
“Silahlar elimizden alınsın da, cıscıvlak ortada mı kalalım? Ayrıca, bu devlet ne yaptı da, biz silahı bırakalım?”
Çekilme süreci içindeki ‘ikinci gerilla grubu’ndan geliyor bu sorular. Ve bu sorulardaki duyarlık genel kabul görüyor.
Bu bir tespit.
Ankara’da altı çizilmesi gereken, barış sürecinde yol alınabilmesi için göz önünde tutulması şart olan bir tespit...
Barış, evet, ama içi nasıl doldurulacak demokrasiyle, insan hakları ve özgürlüklerle, hukukla?..
Arkada duruyor, mahçup bir hali var. Hiç konuşmuyor. Adı Ruken. 18 yaşında. Bir yıldır dağda. Koçer’miş. “Önderliğimizin özgürlüğü için harekete katıldım” diyor. Ve başını önüne eğiyor.
Adı Seyda, Gabar’dan.
40 yaşında. 23 yıldır dağda.
Liseyi Gebze’de bitirmiş.
Ailesi 1989’da göç etmiş İstanbul tarafına.
Aydınları, gazetecileri eleştiriyor:
“Türk aydınları, gazeteciler de dahil, Kürdistan’da yaşananların gerçek yüzünü neden göstermediler, çekilen acıları neden anlatmadılar? Niye her şeyi çarpıttılar? Türk halkı şimdi bunun bedelini ödüyor. Türk aydınlarının çarpıtması, Türk medyasının da devlete alet olması... Gerçeklerin saklanması, Türk halkını da karanlıkta tuttu. Şimdi barışa bu kadar direniyorsa, karanlıkta tutulmuş olmasıdır.”
Önce çaylar, sonra karpuz, kavun geliyor. Karpuz İran’dan mı, diye soruyorum. İran Kürdistanı’ndan diye düzeltiyor.
Bir kadın gerilla soruyor:
“Uzlaşma ve Hakikat Komisyonu gerçek anlamda kurulabilir mi?”
Şöyle devam ediyor¨
“Barışın kalıcı, adil ve gerçek olabilmesi için altını eşitlikle, özgürlükle, demokrasiyle doldurmak gerekir.”
Bir kadın gerilla:
“Silah araçtır, amaç değildir. İnşallah barış olacak.”
Çekilme günlüğünün 4. yazısı yarına...
Twitter: @HSNCML
_______________________________________________________________________________
Hasan Cemal'in Çekilme Günlüğü:
Kadın gerilla Savuşka’nın burukluğu: Yine çekiliyorsun yurdundan, niye peki!