İsveç ve Finlandiya'nın NATO'ya üyelik başvurusunda bulunacaklarını açıklamaları, başka hiçbir ülkede olmadığı kadar Türkiye'de tartışma yarattı. Adeta kutuplaşmaya "teşne" toplumumuz, bu konuda da bir ayrışmaya girdi. Akademisyenler, politikacılar, gazeteciler, diplomatlar kendi içlerinde bile farklı görüşlere sahipler. Son yıllarda belki de ilk kez, bir dış politika konusu yandaş/muhalif saplantısına takılmadan tartışılıyor. Hükümetin tutumunu NATO'culardan destekleyen de var, Avrasya'cılardan karşı çıkan da. Esasen olması gereken de bu değil mi?
Ülkelerin bir savunma ittifakına dahil olması, ittifakın dışındakilerden daha fazla müttefikleri ilgilendiren önemli bir konudur. Bu nedenle NATO'ya yeni üye alınması, sadece hükümetlerin kararlarına bırakılmamış, halkın iradesini yansıtan parlamento onayları da gerekli kılınmıştır. İsveç'in, Finlandiya'nın ve dahi Ukrayna'nın NATO'ya alınması Rusya'nın meselesi değildir, ama Türkiye'yi ilgilendirir.
Finlandiya ve İsveç'in NATO'ya dahil olması, şüphesiz Rusya ile yaşanan gerginliği daha da tırmandıracaktır. Nitekim gerek Rus Dışişleri Bakanı Lavrov, gerek yardımcısı Grouchkov böyle bir gelişme karşısında sessiz kalmayacaklarını açıkladılar. Rusya'nın uluslararası hukuku hiç umursamadan her türlü haydutluğu yapabildiğini Ukrayna örneğinde gördük, görmeye de devam ediyoruz.
Rusya ile gerginliğin artmasından, yeni yaptırımlar gelmesinden en fazla etkilenecek ülkelerin ön sıralarında Türkiye gelir. Allah göstermesin, NATO'nun gireceği silahlı bir silahlı çatışma halinde savaşın yükünü çekecek olan da NATO'nun ikinci büyük ordusuna sahip Türkiye olacaktır. Bu nedenle, İsveç'in ve Finlandiya'nın NATO'ya dahil olmasını Portekiz bir kere düşünüyorsa, Türkiye iki kere düşünmek zorundadır.
Birkaç gün önce Ankara Politikalar Merkezinin (APM) çatısı altında birlikte çalıştığımız, değerli hocalarımızdan Prof. Dr. Mensur Akgün'ün, bir yazısına başlık olduğu üzere, diplomasi de, "pazarlık adettendir", hiç de yadırganmaz. Çok taraflı diplomaside "Her şey kabul edilene kadar, hiçbir şey kabul edilmemiş sayılır" diye yaygın bir kural vardır. (Nothing is agreed, until everything is agreed). Bu söz uygulamada, yapılacak pazarlıkların sonucunda ortaya çıkacak genel tablo görülene kadar müzakerecilerin fikir değiştirebilecekleri anlamına gelir. Pazarlık yapmanın şark kurnazlığıyla, Orta Doğu usulü diplomasiyle, arkadan dolanıp puan almakla da bir ilgisi yoktur. AGİT'de görev yaptığım yıllarda bir ülkenin, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda görüşülmekte olan AGİT'le tamamen alakasız bir konuda, istediğini alabilmek için, AGİT'in bütçesini uzun süre rehin tuttuğunu hiç unutmuyorum. Bu tür "al ver"lere, uluslararası kuruluşlarda çok sık rastlanılır. Yalnız kalmaktan korkmayıp, sesinizi ne kadar yüksek çıkarırsanız, o kadar çok saygı görürsünüz, sizinle önceden danışmak ihtiyacı duyulur. Tabii ki burada yalnızlıktan kastettiğim, ikili ilişkilerdeki muhteşem yalnızlık değil. Üstelik Türkiye, bu defa Rasmussen'in genel sekreterliğine veya İsrail'in NATO'nun Akdeniz programına katılmasına yaptığı itirazlardaki gibi İslam alemi adına hareket etmiyor, kendi ulusal güvenliği için pazarlık ediyor.
Sözcü Kalın'ın daha sonra açıklık getirdiği, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın geçen hafta sonunda Finlandiya ve İsveç'in NATO üyeliklerine ilişkin çıkışındaki asıl hedef, kısa bir süre önce terör örgütü liderlerini Stockholm'de bakan düzeyinde kabul eden İsveç olmalı. Finlandiya, biraz kurunun yanında yaş olarak yanmış gibi görünüyor. Aslında İsveç, başına gelecekleri önceden sezmiş olmalı ki, Ankara'daki Büyükelçileri son bir aydır Dışişleri'nde çalmadık kapı bırakmamış. Sivil toplum kuruluşlarıyla da yoğun bir lobi faaliyeti içerisinde, kamuoyu oluşturmaya çalışıyor.
Türkiye'nin güvenliğine son 40 yılı aşkın bir süredir en büyük tehdit Yunanistan'dan, Rusya'dan değil de, terör örgütlerinden geliyor. Maalesef müttefiklerimiz başımıza bela olan terör örgütleriyle mücadelede bugüne kadar Türkiye'yi hep yalnız bıraktılar. Sokak ortasında başbakanlarını katletmesine rağmen, İsveç de PKK'ya ve uzantılarına kucak açıyor. Ama kendi güvenliklerine bir parça tehdit kokusu aldıklarında, Türkiye'nin kapısını çalıyorlar. Oysa Bizim büyükelçiler o kapıları yıllardır koç boynuzu ile dövüyorlar. Sonuç sıfıra sıfır, elde var sıfır.
İsveç Dışişleri Bakanı Ann Linde dün, "İsveç, PKK'nın bir terör örgütü olduğuna inanıyor" diye açıklama yapmış. Stockholm Büyükelçimizin yerinde olsam, talimat bile beklemeden, kendisine bir mektup yazarak ifadelerinden duyduğum memnuniyeti dile getirip, bundan böyle ülkesindeki gösterilerde PKK bayrağı ve terörist başının posterlerinin taşınmasına izin verilip verilmeyeceğini sorardım. Ben Viyana'dayken, DEAŞ'ı örnek göstererek Avusturya İçişleri Bakanı'na gönderdiğim, bu türden iki mektuba da cevap alamamıştım.
Aslında Türkiye'nin müttefiklerimizin terör örgütlerine verdiği destekten yakınmasının asıl ucu, Amerika'ya gidiyor. Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla misali. Türkiye, İsveç ve Finlandiya'nın NATO'ya alınmasına onay vererek kuzeyde Rusya ile ilişkilerinde ilave riskler alıyorsa, Amerika'ya, "Sen de YPG/PYD terör örgütlerine sağladığın desteğe son ver, en azından beni güneyde rahatlat" demesinden doğal ne olabilir? Umarım Amerika'yla bu pazarlık yapılıyordur.
"Sonuçta ne olur?" diye soracak olursanız, orası belli. İsveç ve Finlandiya NATO'ya girerler. Ama Covid-19'a yakalandığı için Berlin'deki toplantıya video konferans yöntemiyle bağlanan NATO Genel Sekreteri Stoltenberg'in, "Türkiye'nin dile getirdiği endişelerini, İsveç ve Finlandiya'nın ittifaka katılmalarını geciktirmeyecek bir şekilde çözebileceğimizden eminim" demesi önemli. İsveç'in seçkin diplomatlarından oluşan bir heyeti, bu hafta Ankara'ya göndereceğini açıklaması boşuna değil. ABD Dışişleri Bakanı Blinken'in, "Bu bir süreçtir, sonuçta oydaşmaya ulaşırız" sözleri şimdiden pazarlığın başladığına işaret ediyor.