Bu yazıyı depremin 11. gününde yazıyorum. Anlaşılıyor ki devlet hâlâ duruma tam hâkim değil. Zaten olması da mümkün değil. Bu belki de birçok bakımdan asrın depremi. Avrupa'da kaydedilmiş en büyük deprem de olabilir.
Sizlere depremden değil ama bazılarına öğrettiklerinden (veya öğrettiğini umduklarımdan) bahsetmek istiyorum.
Bu "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi" konu olmaya başladıktan bu yana dilimin döndüğü kadar anlatmaya çalıştım ki bu çağımızda uygulanabilir bir "yönetim metodu" değildir. Diğer bir deyişle 18. yüzyılda kalmış bir yönetim şeklidir.
Bu yazıda size deprem şöyle oldu, devlet üç gün geç geldi, hâlâ tuvalet yok, tam bir kaos hakimdi falan yazmayacağım.
Zaten ilk deprem yazımda yazmıştım, ülkemize gelen Amerikalı bir uzman durumu gayet veciz özetlemiş: "Never saw such organized caos / Hiç bu kadar organize bir kaos görmedim!"
Olan şu; devlet, yapması gereken hiçbir şeyi zamanında ve olması gerektiği gibi yapmadı. Yapamazdı da zaten; bu deprem hayal edilenden belki de 100 misli büyüktü. (Hayal etmesi gerekenlerin hayal gücüne göre tabii!)
Peki nasıl ve niye bu noktaya geldik?
Nasılı geçen yazımda yazdığım Sayın İçişleri Bakanı'nın deprem ile ilgili yurt çapında aldıkları önlemleri anlatırken doğruları söylememesinden kaynaklandı.
Tam anlaşılsın diye bir daha yazayım. İçişleri Bakanı yalan söyledi, çünkü öyle söylemesi onun için daha iyi olacaktı. Yalan değil, yanlış söyledi ise, o zaman İçişleri Bakanı düşündüğümden de bilgisiz.
Bunları asla hakaret olsun diye yazmıyorum. Yanlış anlaşılmasın, Süleyman Bey çok iyi niyetli, ancak bulunmaması yerde bulunan bir genç adam. Bir sürü benzer en üstten en alta kadar sayılabilecek, iktidar veya muhalefet partilerindeki Türk siyasetçileri gibi.
Osmanlı'nın son zamanlarından itibaren, kısa bir Atatürk ve tek parti yönetimini saymazsak; Türkiye'de "siyaset" bir geçim kaynağı haline geldi. Daha önceleri "politikacı" diye bir meslek yoktu; gelişmiş ülkelerin literatüründe da hâlâ yoktur. O ülkelerde "yönetim ilkelerini belirleyenler" manasına kullanılır.
Onların 17. asırdan itibaren "seçmen" rolü verilmiş yurttaşları bizimkilerden çok daha "bilgili" idiler.
Çünkü Cumhuriyet ve demokrasiden bir önceki yönetim tarzı, feodalite de toprağın sahibi olan kont, dük, prens ya da kilise, toprağın işlenmesi ya da endüstri üretiminin yapılması sürecinde çiftçinin ve işçinin mesleki gelişmesi (yani daha bol üretim için) belirli seviyelere kadar eğitilmesini sağlıyor idi.
Bu manada Fransız İhtilali'nden sonra "modern dünya" artık demokrasi (Antik Yunandan, halk anlamında dêmos; egemen, muktedir/gücü olan, iktidar sahibi anlamında krátēs; kısaca halk iktidarı) ile yönetilmeye başlayan ülkelerden oluştu.
Bu sistemde seçen ve seçilen var. Seçen tüm halk, seçilen ise tüm halka hizmet götürecekleri yönetenler.
Osmanlı'da bu durum Anadolu için geçerli değildi. Baştan beri Anadolu insanından mesleki bilgi sahibi değil, asker olması beklenmiş ve devlet; fütuhat (zafer) sonunda elde edilen ganimet (zafer sonucu ele geçen para, mal vs.) ile büyümüş. Anadolu insanından savaşması ve ganimet getirmesi beklenmişti. Ayrıca sürekli toprak sahibi olmak da mümkün değildi; her şey padişahın. Sana belirli şart ve asker karşılığı süresi olan kullanım izni veriyor.
Büyük Atatürk'ün Osmanlı'nın en geri kalmış eyaletlerinin bulunduğu Anadolu'dan bir demokratik devlet çıkarması sürecinde coğrafyanın tüm tahsilli, iyi yetişmiş ve bilgili insanları Ankara'ya geldiler ve devleti kurdular.
Devletin yönetilmesi; yani devletin uygulama tarzı için politikalar geliştirmesi beklenen bir siyasi parti de kuruldu.
Bu parti eğitim, ticaret, sanayi, sağlık vs vs konularını inceledi, 20. yüzyılda 10 küsür milyon insandan oluşan bir insan topluluğunun ihtiyaçlarını saptadı ve bu ihtiyaçları ülke insanına vermek üzere "politikalar" geliştirip devlet mekanizması (bakanlıklar, hukuk, sağlık, eğitim vs vs kurumları aracılığı ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına hizmete başladı.
Daha sonra çok partili hayat, ihtilaller, yeni anayasalar vs. sonucu ciddi tecrübeler oluştu.
Ancak çeşitli sebepler ile, Türk seçmeni Batı'nın aksine, çağdaş eğitimini tamamlayamadı, yani dinde reform ve gündelik hayatında Rönesans (bilim ve sanatta yeniden doğuş) yapamadı. (Aksini iddia edenler internette "Elini duvara dayayıp Arapça bir şeyler söyleyip Allahu Ekber dersen, bu duvar bir ay yıkılmaz" diyen, "Allah kara kara deprem bulutlarını Manisa'ya yolladı, ben doğuya yolla dedim; öyle yaptı" diyen insanların kim olduğunu söylesin.)
Her şeye rağmen, iyi kötü iktidarlar geldi. Ülke, devlet yönetim sisteminde bir asıra yaklaşan bir tecrübe süreci geçti. Bunlar, merkezi sistem, ithal ikamesi, kontrollü ekonomi, serbest pazar gibi peş peşe farklı politikalar uygulattılar.
Bu süre sonunda bilgi seviyesi kendinden menkul bir siyasi grup iktidara gelip, üstelik 15 yıl aynı sistemi kullandıktan sonra, 100 yıllık tecrübeyi çöpe attı ve "devletin yönetilmesi mekanizmasını" kökünden değiştirdi. Seçmen de bunu "genellikle olduğu gibi bilmeden" onayladı.
Bu gün bu noktada Malatya Valisi'nin "niye öyle yapmadı, niye şöyle yapmadı" dememiz doğru değil. Hatta İçişleri Bakanı'nı kritik etmek de yanlış. İşletme tahsili yapmış, çeşitli partilere üye olmuş, yöneticilik yapmış, devlet yönetimi hakkında doğrudan bilgi ve tecrübesi olmayan bir şahıs. (Sayın Soylu, sigorta poliçesi satarak geçimini sağlıyormuş.)
Bu şahıslar, zaten doğru dürüst bilmedikleri devleti, üstüne üstlük "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi" diye tamamen bir kişinin söylediklerinin uygulanması diye özetlenebilecek, yepyeni tuhaf bir sistem ile yönetmeye kalkınca depremi de "nasıl olsa olmaz yahu!" diye yalandan toplantılar seminerler tatbikatlar ile geçiştirmişler. Olacağı tutmuş.
Sayın Soylu, "Her şey tamam, endişe etmeyin!" demese idi sonuç biraz farklı olabilirdi. Ama biraz... Çok değil.
Niye? Afete dönüştü sualine gelince, karşımıza Sayın Erdoğan çıkıyor. Türkiye gibi dünyada süper ligde oynamaya çalışan bir devletin gereken yerlerine genç takım oyuncuları, yönetime de amatör küme yöneticileri koydu.
Tarım Bakanı pilot, Sanayi Bakanı lise öğretmeni, bir başkası muhasebeci, Maliye Bakanı amatör psikolog!
Araya yanlışlıkla karışmış birkaç tane bilgili kişiyi de attı kurtuldu.
Sayın okurlar, sakın beni yanlış anlamayın; adı ve bahsi geçen kişilere hakaret etmek gibi bir motivasyonum asla yok!
Mesela Sayın Soylu kırık femur kemiğine plak koyarak iyileştirebilir mi? Ya da Sanayi Bakanı bir tank motorunu indirip açıp rektifiye edip kapatabilir mi? Ya da Sayın Erdoğan bir opera besteleyebilir mi? Yapamazlar değil mi?
Ama bütün bu işleri yapabilen; yani o dalda bilgisi ve tecrübesi olan insanlar var onlar yapar. Devlet yönetimi daha az ciddi bir iş değil.
Bu tip politikacıların yapabileceklerini tahmin etmiyordum; nitekim olanlar ortada, yapamadılar.
Dünyanın en önemli deprem noktasında neler olabileceğini bilmiyorsan, kimseyi dinlemezsin, orada yapılan binaları doğru dürüst kontrol ettirmezsin, hatta birde "imar barışı" çıkartırsın.
Gayem çıplak olarak problemin başlangıç noktasını bulmak. Yani ilk yanlış iliklenen düğme hangisi? İşi bilmedikleri kanıtlanmış olanlar mı, onları seçenler mi?
Bir sürü insan kötü niyetten bahsediyor. Bence asla yok. Ben başta Sayın Cumhurbaşkanı; bu kişilerin son derece iyi niyet ile bu işleri yaptıklarını ya da lüzum görmediklerini biliyor ve inanıyorum.
Ancak; bir Fransız atasözü de "Cehenneme giden yol iyi niyet taşları ile örülüdür" diyor.