Ülkemizi şoka sokan 15 Temmuz askeri kalkışması nedeniyle Gülen cemaati hakkında birçok analiz medyada kendine yer buluyor. Bu analizler cemaati tepesinde Fethullah Gülen’in olduğu bir piramit şeklinde sunmaktadırlar. Benim kanaatime göre cemaat örgütlenmesi sanıldığından daha karmaşık bir ağlar ilişkisine dayanıyor. Bu tarz bir suç şebekesinin kamuoyunda doğru şekilde anlaşılması birçok insanımızı yitirdiğimiz cunta girişiminin bir daha yaşanmaması için elzemdir. Cunta girişimine rağmen dünya kamuoyu ve yabancı devletler de bu şebekeyi ılımlı İslam’ı savunan, farklı kesimlerle diyaloğa açık, demokratik değerlere bağlı bir STK olarak görme eğilimdedir. Öte yandan Türk kamuoyunun belli kesimlerinde 17-25 Aralık 2013 operasyonları sonrasında şebekeyi ‘paralel devlet’ olarak anmaya başladı. 15 Temmuz felaketi sonrasında ise cemaatin gizli emelleri konusunda artık kimsenin kafasında pek bir şüphe kalmadı. Devlet kanadı ise 28 Şubat sürecindeki çizgisine dönmüşe benziyor.
HSYK Başkanvekili Mehmet Yılmaz “2835 hâkim ve savcının darbeye iştirakten değil, aslında silahlı bir terör örgütü olan FETÖ’ye mensubiyetleri nedeniyle görevden alındıklarını” ifade etti. Bunların “hücre hâlinde çalışarak yargıda kümelendiklerini ve takibi güç teröristler olduklarını” açıkladı.
İrticai faaliyetleri gözlemek amacına yönelik Genelkurmay bünyesinde oluşturulan meşhur Batı Çalışma Grubu yaklaşık 18 sene önce hazırladığı raporda, cemaati “Gülen önderliğinde kurulan hiyerarşik yapıya sahip yasadışı bir dinci örgüt” olarak tanımlamış, ABD’nin yeni etki alanı olan Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’ya yayılma çabası içerisinde olduğunu da not etmişti. Gülen’in ABD’ye gitmesiyle sonuçlanacak süreci başlatan meşhur video-kasetin 18 Haziran 1999 tarihinde ortaya çıkması ise bir dönüm noktasıydı. Bu sesli görüntü kaydında Fethullah Gülen, cemaat mensuplarına bürokrasiye gizlice sızıp devleti ele geçirecekleri an gelene dek kimliklerini gizlemelerini salık vermekteydi. Gülen’i gıyabında yargılayan Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne 22 Ağustos 2000 tarihinde sunulan iddianameye göre, “Gülen cemaat okulları aracılığıyla beyni yıkanmış bir gençlik yetiştirip demokratik, laik ve sosyal cumhuriyet rejimini yıkarak şeriatın hüküm sürdüğü bir İslami devlet kurmayı” hedeflemekteydi. Gülen, cemaatini demokratik değerleri benimseyen ılımlı İslam anlayışına sahip bir örgüt gibi sunup medya ve okulları aracılığıyla yurtta ve dünyada lehine kamuoyu oluşturmaya çalışmaktaydı; cemaatin mali kaynakları ise şüpheliydi. Ayrıca, örneğin Papa ile görüşerek (9 Şubat 1998), kendisini bir küresel ruhani lider gibi sunmanın peşindeydi. 2007 senesinde Gülen’in beraat ettirildiğini ve Yargıtay Genel Kurulu’nun “suçun oluşmadığına” hükmederek bu kararı 2008 senesinde oybirliğiyle onayladığını da belirtelim...
Bu şebeke ne çeşit bir örgütlenmeye sahip? Bence, cemaatin şebekeleşme modeli basında çıkan yorumların aksine klasik terör örgütlerinin piramit modelini takip etmiyor. Cemaate vücut veren şeffaf ağlar (ticaret, finans, eğitim, medya, sosyal medya) ve gizli ağlar (askeri ve sivil bürokrasi, yargı, kolluk gücü) var. Şeffaf ağları bir sarımsak demetine, gizli ağları ise bir soğan demetine benzetmek mümkün. Sarımsak demeti ile soğan demetini saplarından birbirine bağlayan unsur ise Pennsylvania.
Bu sarımsak ve soğan demeti öbeğini en iyi tarif eden model SPIN modeli olsa gerek. SPIN kelimesi parçalı (segmented), çok merkezli (polycentric) ve ideolojik açıdan bütünleşmiş (ideologically integrated) kelimelerinin kısaltmasıdır. Böyle bir şebekede lider Fethullah Gülen, kurguladığı büyük anlatı ve öğreti ile şeffaf ve gizli ağlar arasındaki nihai bağlantıyı sağlayan tartışılamaz liderdir. Güçlü bir şebeke kurmanın kaçınılmaz bir şartı olarak iletişim ağlarıyla tabana cazip gelen bir hikâye ve öğreti sunulmaktadır. Konunun uzmanlarına göre bir şebeke güçlü olmak istiyorsa mensuplarına zafer vaat eden bir hikâye anlatmalı ve çekici bir öğreti sunmalıdır. Örneğin okulları, hastaneleri, mahkemesi, ticaret ağları ve savaşçıları olan IŞİD, Taliban, El-Kaide gibi şebekeler aynı zamanda hikâye ve öğretilerini teknoloji destekli ileri iletişim teknikleriyle tabana yaymaktadır.
Cemaatin benzerlerinden farkı, lider kültünün diğer SPIN şebekelere göre daha güçlü olmasında yatar. Fethullah Gülen resmi anlatıda bir ‘kanaat önderi’ olarak sunulur. Şeffaf ağlara hakim resmi anlatıda ‘Hizmet’ dünyaya Allah rızası için ilim-irfan yayar, dünyayla iş yaparak küresel barışa hizmet eder ve kültürler arasındaki önyargıları yıkmaya çalışır. Bu anlatı Nurculuk kökenli bir öğretiye dayanır. Buna göre, maneviyatı bozmadan da pozitif bilimlere vakıf olmak mümkündür. Öte yandan, gizli ağlarda hüküm süren anlatı ve öğreti ancak yeni yeni ortaya çıkıyor. Anlaşılan mehdici-kıyametçi bir anlatı var ve ‘hizmet’ mensuplarına istikbali ve kurtuluşu müjdeliyor. Öğreti ise mehdinin kutsal amaca ulaşmak için verdiği talimatları sorgulamadan yerine getirmeyi salık veriyor. Amaca giden her yol bu şekilde mübah kabul ediliyor. Zaten başka türlü nasıl olup da dindar bir örgütlenmenin şantaj-kumpas davalarına kalkıştığı ve en nihayetinde 15 Temmuz gecesi sivilleri katlettiğini anlamak mümkün olur. Artık HSYK Başkanvekili Mehmet Yılmaz gibi en yetkili ağızlar dahi şebekeye ‘mehdici’ anlayışın hakim olduğunu açıkça dile getirmektedirler.
Bu noktada cemaat şebekesinin küreselleşme içindeki konumunu iyi anlamamız gerekiyor. ABD’nin Irak’ı işgale hazırlandığı günlerde “medeniyetler çatışması mı, yahut küreselleşme savaşı mı” tartışması gündeme gelmişti. Stanley Hoffman’a göre dünyada ekonomik, siyasi ve kültürel olmak üzere üç çeşit küreselleşme vardı. Uluslararası iş dünyası ve finans kurumlarının başını çektiği ekonomik küreselleşme ve ABD güdümlü siyasal küreselleşme birbirini beslemekte, Batı kültürünün küreselleşmesi ise bu sayede mümkün olmaktaydı. Refahın adaletsiz dağılımına, Batının siyasi ve kültürel hegemonyasına karşı çıkan terör şebekeleri de hızla küreselleşince bir anlamda bir küreselleşmeler savaşı çağına girmiş bulunduk. Bu suç şebekelerinin özellikle iletişim ve finans alanındaki küreselleşmenin nimetlerinden yararlanarak kendi anlatı ve öğretilerini yaydıklarını gözlemlemekteyiz.
Cemaat şebekesinin şeffaf ağları da çok uluslu ticari yatırımları ve eğitim-öğretim faaliyetleri ile ekonomik küreselleşmeden yararlanmaktadır. Ayrıca, cemaat ABD güdümlü siyasal küreselleşmeyi benimseyip bu devlet ve müttefikleri ile sürtüşmekten bugüne kadar kaçınmıştır; mesela, geçmişte Mavi Marmara baskınını yeterince güçlü kınamamakla eleştirilmişti. Ayrıca, örgütün CIA ile ilişkili olduğu dahi iddia edilmektedir. Buna göre, CIA İspanya’da kurulan Opus Dei adlı Katolik cemiyetin Latin Amerika’daki uzantıları aracılığıyla sürdürdüğü solculuk karşıtı faaliyetlerini desteklemişti. Bu örgüt tıpkı cemaat gibi eğitime önem vermekte ve “hoşgörü” ve “diyalog” kavramlarını kullanmakta olduğundan kimi çevreler cemaatin gelişmesinde CIA parmağı olduğunu savunmaktadırlar.
Cemaat kültürel küreselleşme konusunda Batı hegemonyasına karşı çıkar. Şebekenin küresel hâle getirmek istediği kendi öz kültürünün temelinde ise, Osmanlı geçmişiyle bağlantılandırılan Türk-İslam ideolojisine sahip yeni bir ümmet anlayışı vardır. Bu yaklaşım sebebiyle cemaat okulları ve iş faaliyetlerinin Arap memleketlerinden ziyade Afrika, Kafkasya, Asya ve Balkanlar’da yoğunlaştığını söyleyebiliriz.
Şebekenin şeffaf ağları çeşitli meslek kuruluşları, farklı bireyler/vakıflara ait okullar ile medya organları arasında yatay örgütlenmeyi –yani iş ve güç birliğini- gerektiriyor. Bu anlayış ile şebeke çok uluslu, çok amaçlı bir ilişkiler yumağına çoktan dönüştü. Bu şeffaf ve gevşek ağlar Nurculuğun oluşturduğu yerel örgütlenmeler üzerinde yükselmekteydi. ‘Anadolu kaplanları’ arasındaki dayanışmada Said-i Nursi kadar İstanbul iş çevreleri tarafından dışlanmışlık hissi de önemliydi. Türkiye’nin çoktan parsellendiğini düşünen pek çok KOBİ büyüme stratejilerini dünyayla ticaret yapmak üzere kurguladılar. Bu iş planında ticari faaliyetler, okulların açılmasına vesile oldu. Bu okullar ve firmalar her ne kadar ayrı özel ve tüzel kişilere ait olsa da (sarımsağın dişleri) benzer müfredat izleyip ortak öğretmen havuzundan yararlanmaktaydılar (sarımsağın sapı). Her bir coğrafi faaliyet alanı eğitim ve ticaret dişlerinden oluşan sarımsak başlarıydı ve ortak ideolojiyi temsil eden saplarından bağlanıp demetlenmekteydiler.
Asıl gücün gündelik siyasette değil bilgide yattığı inancıyla hareket eden cemaat, eğitim ağıyla bilgiyi üretme ve kontrol etmeyi hedefledi. Bu okullar adam devşirmek için İslam’ı tebliğ etmek yerine temsil etmek yöntemini seçtiler; yani 19. yüzyılın misyoner okulları örnek alınarak doğrudan dini öğretiyi belletmek (indoktrinasyon) yerine cemaatin değerlerini gündelik yaşam içinde sergilemek suretiyle gönülleri fethetmek amaçlandı. Cemaat bu şekilde uzun vadede toplumu kendi çizgisine çekebileceğini ummakta, dünyada ise kendi okullarından mezun Türk dostu etkili/elit gruplar yaratmayı hedeflemekteydi. Cemaatin yurt dışı okulları Soğuk Savaş sonrasında, BÇG raporunda da saptandığı üzere, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya gibi siyaseten verimli arazilerde İngilizce dilli eğitimi benimsediği için ABD yönetimi tarafından da olumlu bulunmaktaydılar. Nitekim, bu okullar yerel elitin tercih ettiği ‘Türk okulları’ hâline geldiler. Bu nedenle 28 Şubat süreci sonrasındaki toparlanma döneminde Türk elçilik ve konsoloslukları tarafından da çeşitli şekillerde destek gördüler. Belirtmek gerekir ki, bu okullar tıpkı MEB okulları gibi ezberciliğe dayalı kolektif bilinci teşvik eden bir eğitim sistemi benimsediler; bireycilik ve eleştirel düşünceye uzak kaldılar.
Gizli ağlara gelince, buradaki örgütlenmede dikey hiyerarşinin (piramit) daha belirgin olduğu anlaşılıyor. Devlet takibatından kaçmak endişesiyle hücre yapılanmasının benimsendiği görülüyor. Bu modelde iç içe geçmiş soğan halkaları (ordu, yargı ve sivil bürokrasi) birbirlerinden ince bir zarla (kurumsal kimlikler) ayrılırlar ve soğanın cücüğü olan ‘mehdilik kültü’ etrafında kümelenirler. Bu açıdan ordu, yargı, kolluk gücü ve sivil bürokrasinin her biri ayrı birer soğandır ve ‘imamlar’ cücükten beslenip yükselen saplar gibidirler. Bu soğanlar birbirleriyle saptan demetlenmişlerdir. Medyada yer alan itiraflardan hareketle ‘Altın Nesil’ olarak görülen fakir aile çocuklarının Gülen’in ‘devlet kılcal damarları’ olarak nitelediği ordu ve yargıya yönlendirildikleri anlaşılıyor. Doktrinasyon işlevi hücre yapılanmasına sahip ‘ışık evlerinde’ abiler aracılığıyla yapılmaktaydı. Cemaatin orduya sızmayı asıl hedef belleyip yargı yapılanmasını ikinci derecede tuttuğu da bu itiraflardan çıkıyor. Buna göre, yargıdaki mensupların asıl görevi kolluk güçleri ve ordu içinde cemaatin önünü kesen kişileri bertaraf etmekti. Askeri savcı Albay Ahmet Zeki Üçok 2009 yılında ordudaki cemaatçi yapıyı soruşturmuş ama kendi ifadesiyle “ordu içindeki koruma kalkanını” aşamadığı için saptadığı cemaatçi subaylar hakkında kovuşturma yapılmamıştı. Bilakis, savcı soruşturma esnasında ‘hipnozla işkence’ yaptığı suçlamasıyla hapse girecekti. Üçok’un deşifre ettiği subayların tamamının İsmail Saymaz’ın ifadesiyle ‘Hizmet Harekâtı’na katılması nasıl bir suç şebekesiyle karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Nitekim, cemaat üyesi olan Danıştay Tetkik Hâkimi Ebubekir Başel, savcıya verdiği ifade ile yargıdaki gizli ağın örgütlenme modelini gözler önüne serdi. Dört kademeli bir ağın (T1-4) varlığı, üyelerin maaşlarından örgüt adına yüzde 10’luk kesintiler yapıldığı, cemaatin ‘siyasi komiseri’ gibi çalışan murakıpların bulunduğu, ‘taşra’ ve ‘devre’ yapısı içinde iki haftada bir toplantılar yapılıp senede bir seminerler düzenlendiği ve cemaat sempatizanlarının üyeler üzerine ‘zimmetlenip’ örgüte kazanılmaları için yakın takibe alındıkları ortaya çıkan ayrıntılardan sadece bir kısmını oluşturuyor. Fakat, iki ayrıntıyı özellikle belirtmek gerek. Bir üyenin gizli ağdan çıkması üyeler hakkında tutulan ‘çeteleler’ nedeniyle oldukça zor. Başel örgütten ayrılmak istese de çoktan fişlendiğini öğrenip korktuğunu belirtmektedir. Ayrıca, generallerin albaylardan emir almasına benzer bir durumun yargıda da geçerli olduğu anlaşılıyor. ‘Yargı İmamı’ olmakla itham edilen Osman Karakuş’un bu kapasitede olmasa da Yargıtay içinde etkin bağları olduğunu yine Başel ifade ediyor.
Genelkurmay Başkanı’nın yaveri Yarbay Levent Türkkan’ın itirafına göre 1990’dan bu yana yetiştirilen subayların yüzde 60-70’i bu ‘Altın Nesil’dendi. 1984-2003 arasında 400 subay ve astsubay cemaatçi oldukları ithamıyla ordudan atılırken, Abdullah Gül’ün başbakanlığıyla beraber YAŞ’ın ihraç kararlarına şerh düşülmesi nedeniyle cemaatçi sızmaya karşı yegâne önlem devreden çıkmış oldu. 2012-2016 arasında YAŞ’ta albaylıktan generalliğe terfi eden 87 subaydan 48’i ‘Hizmet Harekâtı’ sonrasında tutuklandılar.
Piramit modelinde üstten alta emir-komuta zinciri işlediği hâlde soğan modelinde ilişkiler dikey hiyerarşiye değil, yatay hiyerarşiye dayanır; böyle olunca nasıl olup da generallerin 15 Temmuz gecesi albaylardan emir alabildiği açıklığa kavuşur. Asıl olan terfi alıp üste yükselmek değil, güven kazanıp içe -soğanın cücüğüne- doğru ilerlemektir. Ordu bünyesi içinde soğanın cücüğü bir albay olabilir; zira, cücükten çıkan ve soğanı demet öbeğine bağlayan sap odur.
Gizli ağlarda Gülen artık kanaat önderi değil, kıyametçi bir kültün gizemli mehdisidir. Şeffaf ağlarla yayılan resmi anlatı ve öğretiye ‘paralel’ bir başka anlatı ve öğreti gizli ağlara hakim duruyor. Hücreler büyük anlatı ve müphem öğretinin üyelere belletildiği yerlerdir. Şebekenin göbeğinde olan grup gizli-saklı yaklaşımla sorgulanamaz talimatlarını ‘abiler’ ve ‘ablalar’ aracılığıyla çoğu bürokraside öbeklenmiş olan halkalara yayar. Mensuplar sadece kendilerinden sorumlu ‘abi’ aracılığıyla verilen emirleri yerine getirmekle mükelleftirler. Neden-sonuç ilişkisini hiç sorgulamadan ve şebeke içerisindeki üstten alta tek yönlü seyreden iletişim anlayışını kabul etmeleri beklenir. Bu kurallar ‘abi’ sıfatına sahip olup astlarınca kod adlarıyla bilinen üyeler için de geçerlidir. Öyle anlaşılıyor ki, abiler ve imamlar arasındaki haberleşme dokuz ayrı yöntemle gerçekleşiyor. Canlı kuryenin yanı sıra hat bilgisini kullanmayıp mesajları okunduktan sonra silen cover me veyahut da güvenli kodlamaya sahip WhatsApp gibi programların kullanıldığı anlaşılıyor.
Yeri gelmişken, devleti gizli ağlarıyla 40 yıldır ören cemaati ‘paralel devlet’ yapılanması olarak ilk tanımlayan kişi, bazı iddialara göre Öcalan’dır. Eskiden PKK’nın tepesindeki Abdullah Öcalan’ın konumu, rolü ve hedefi bilinirdi, çünkü PKK klasik piramit modelini takip etmekteydi. Oysa artık, Öcalan da PKK’yı farklı ağlarla çeşitlendirip şebekelendirmek istediği için ‘paralel yapının’ varlığını daha önceden fark etmiş olabilir. Kesin olan şu ki, örgütlenme şemasında en tepe nokta, anlatı ve öğreti şemasında ise ‘en derun’ yer Gülen’in bulunduğu mekândır. Klasik Osmanlı devlet teşkilatında da hiyerarşi üstten alta değil, ‘taşradan’ içeriye işlerdi ve padişahın olduğu ‘enderun’, bürokrasinin tepesini ve aynı zamanda da siyasetin de merkezini oluştururdu.
28 Şubat sürecinden 15 Temmuz 2016 tarihine kadar birbiriyle öbeklenmiş sarımsak (şeffaf ağlar) ve soğan (gizli ağlar) demetlerinden oluşan bu SPIN şebeke sadece şeffaf veya gizli ağlarıyla tanımlandı. Bu ağlarda yer alan tüm yapı ve bireylerin aynı kefeye konulması, hepsine tümden terörist muamelesi yapılması kurunun yanında yaşın da yanması ile sonuçlanabilir. Şimdiden 15 civarında üniversite kapatıldı ve on binlerce öğretmenin lisansı iptal edildi. Evvelce finans kurumlarına (Bank Asya) ve şirketlere yapılan operasyonlar dava süreci hakkında karamsarlık doğuruyor. Medyada yer alan bazı faili meçhul cinayetler, Rus uşağının düşürülmesi, askeri uçak kazaları ve Uludere faciası gibi gizemli olaylarda FETÖ parmağı aranması kamuoyunu panikletme potansiyeline sahip. Bu iddiaların elbette doğru olma ihtimali vardır; ama, magazinleştirme eğilimi (örneğin, Erzurum-Pasinler’deki bir cemaat yurdunun bahçesinde Hint keneviri bulunması veya askeri uçak kazalarına ‘kopyayla pilot olan FETÖ üyelerinin’ yol açması hk. haberler) 28 Şubat sürecinde görülen karalama kampanyalarını akla getiriyor. Öte yandan, 15 Temmuz darbe girişimine katılan birçok erin hızla tahliye edilmesi ve siyasilerin suçlu-suçsuz ayrımı yapacaklarına dair verdikleri demeçleri olumlu karşılamak gerekir. Artık pek çok örgüt küreselleşmenin bir gereği olarak SPIN şebeke yapılanması ve türevlerini tercih etmektedirler. SPIN modeli, şebekeleşmede bir sapma değil, norm kabul ediliyor. Bu nedenle cemaate benzer başka tip yapıların gelecekte Türkiye’de palazlanmaya çalışacağı aşikârdır ve yasal düzenlemelerin bu tarz karmaşık hukuk davalarını yürütmeye uygun şekilde değiştirilmesi yeni dönemde bir gereklilik olabilir. Bu tür davalarda sanıkları terör örgütü kurmakla suçlamak Ergenekon-Balyoz davalarında görüldüğü üzere olağan karşılanıyor. Fakat SPIN şebekelerini bu tür iddianamelerle çökertmek mümkün görülmüyor. 15 Temmuz sonrasında yapılan açıklamalarına nazaran FETÖ subaylarını ordu bünyesine yerleşmiş, kesip atılabilecek bir ur olarak görme eğilimi ordu kanadında yaygın. Tipik piramit örgütlenmeye sahip terör örgütlerini dahi lideri ele geçirmekle bitirmenin kolay olmadığı aşikârken ilişkilerin bu kadar çetrefil olduğu bir SPIN şebekeyi Gülen’in Türkiye’ye iadesi ve sert polisiye önlemlerle yok etmek çok da gerçekçi olmayabilir. Bu şebekede bir şekilde yer almış yüz binlerce insanın terör örgütü üyeliği ve/veya darbecilik ile damgalanmasını engelleyecek, mali ve ekonomik zararları asgari düzeyde tutacak, ülkenin dış saygınlığına halel getirmeyecek bir mücadele yöntemini acilen geliştirmemiz şarttır.
HSYK Başkanvekili Yılmaz, yukarıda değindiğimiz açıklamasında, FETÖ’yü Illuminati, Opus Dei veya P2 Mason Locası benzeri gizli bir örgüte benzetmekle devletteki kafa karışıklığını ortaya koyuyor. Bu SPIN şebekesini mutlaka bir örgüte benzetilecekse Katolik Cizvit tarikatı daha isabetli bir model olabilir. Aziz Ignatius de Loyola’nın 1540 senesinde kurduğu bu tarikat pek çok devlet içinde etkili olmak istemişti. Avrupa’da, Latin Amerika’da ve hatta Çin’de faaliyet gösteren tarikatın manastırları, geniş toprakları, gelir imkânları ve eğitim sistemleri vardı. Küresel hakimiyet emelinde her yolu mübah kabul ettikleri kuşkusu her zaman vardı. Zamanla yaygın ağları ve entelektüel üyeleriyle herkesin saygı duyduğu bir tarikat haline gelmişti. “Tanrının şanını büyütmek için” kelamıyla hareket eden tarikat siyasi bir tehdit hâline gelince bizzat Papa tarafından 1767’de yasaklandı. Gelgelelim, Cizvit tarikatı yok olmadı. Nedamet getiren tarikat yeniden örgütlenerek gizli siyasi ve sosyal emellerinden vazgeçti. Bugün dünyaya yayılmış 114 üniversitesi ile sadece eğitim işleriyle uğraşmaktadırlar.
Cemaatin açık ağları bu tür bir dönüşüm geçirecek mi, önümüzdeki günlerde göreceğiz. Gizli ağları ise şüphesiz deşifre edilip kovuşturulmalıdır. Fakat, kanımca bu SPIN şebekesinin iyi anlaşılıp geçmişte gördüğümüz torba davalarla sürecin savsaklanmaması önceliğimiz olmalıdır.
Yard. Doç. Kahraman Şakul, İstanbul Şehir Üniversitesi