Hiç uzatmadan söyleyeyim… 2020 Olimpiyat Oyunları’nı düzenleme hakkını kazanamamamıza sevinmemin en önemli nedeni, özellikle bu ülkede çok az rastlanan bir şeye şahit olmam: Kötülüğün ödüllendirilmemesi.
İstanbul kazansaydı Başbakan Erdoğan kazanmış olacaktı. Bu denkleme kimsenin itiraz edeceğini düşünmüyorum. Havaalanında düzenlenecek karşılamada “usta” tezahüratlarını üç aşağı beş yukarı hayal edebiliyorum.
Dolayısıyla Erdoğan kazansaydı kendisinin verdiği emirle insanların öldürülmesi ödüllendirilmiş olacaktı.
Kendi halkına reva gördüğü zulme alkış tutulmuş olacaktı.
İnsanlarını göz göre göre büyük acıların yaşanacağı bir savaşa sokmaya çalışması aferin alacaktı.
Roboski’de hayatını kaybedenlerin kemikleri bir defa daha sızlayacaktı.
İşte tüm bunlara dünyanın göz yummamasına, “izin vermemesine” ve Olimpiyatlar’ın bugünkü Türkiye’ye gelmemesine emin olun ki bir Japon’dan daha fazla sevindim.
İstanbul ya da Türkiye kaybettiği için değil, bütün bunlara rağmen hiçbir zaman kaybetmeyeceğini düşünen Erdoğan kaybettiği için sevindim.
Başbakan’ın yaptıklarının bir bedeli olduğunu görmesi, bu bedelin yeterli olduğuna inanmasam da sevincimi çoğalttı.
At gözlüğü takmış yandaşlarının inanmaya hazır olduğu yalanlarına dünyanın prim vermemesi, “değerli” olduğu sanılan yalnızlığının beş para etmediğinin suratına çarpılması beni memnun etti.
Bana kalırsa Olimpiyatları alamadık diye üzülmek yerine, bize hala Olimpiyat Oyunları’na katılma hakkı tanıdıkları için bile yatıp kalkıp dua edelim.
Oyunlara ev sahipliği yapma hakkının neden bize verilmediği sorusunun cevabı oylamayı kaybettikten sonra devlet “büyük”lerinin ortaya koydukları tepkilerinden de anlaşılıyor zaten.
Başbakan’dan tutun da Spor Bakanı’na kadar herhangi bir “başarısızlıkta” nasıl hazımsız, nasıl yetersiz, nasıl düşmanlıkla dolu oldukları bir defa daha görüldü.
Yine kendilerinden başka herkes suçlu, yine kendileri mağdur.
Peki soralım o zaman… Oyunları düzenleme hakkının Türkiye’ye verilmemesinin nedeni “içerideki ve dışarıdaki düşmanlık” mı yoksa doping skandalları mı? Yoksa şikenin örtbas edilmesi için gösterilen gayretler mi? Yoksa ırkçı bir sporcuya en önde bayrak sallatmak mı? Yoksa dünyanın hiç olmadığı kadar temkinli yaklaştığı olası bir savaş için yapılan çığırtkanlık mı? Yoksa Başbakan’ın emir verdiği polislerin şiddeti mi? Yoksa demokrasinin yanından bile geçmeyen bin türlü çağdışı uygulama mı?
Bu soruların cevabı, kimlerin bu ülkeye “düşmanlık” ettiği konusunda da bize yeterli bir fikir verecektir sanırım.
Kötülüğü en azından bu defalık ödüllendirmedikleri için tüm dünyaya benim gibiler adına teşekkür ediyorum ve bu kararın “kına ve ölüm” sarmalına hapsolan seviyesiz bir vahşiliğin aklının başına gelmesine yardımcı olmasını diliyorum.
Kendisi de devlet dersinde öldürülen Sabahattin Ali, “Bu ölü topraklar üzerinde hiçbir şey ölmek ve öldürmek kadar kolay değildir” diye yazmıştı…
Dün sabaha karşı bir defa daha gördük bu ülkede ölmenin ne kadar kolay olduğunu.
22 yaşındaydı Ahmet Atakan. Yine devlet dersinde öldü.
Çoğumuz uyuyorduk; biz uyurken, o direnirken öldü Ahmet.
Vuruldu mu, damdan mı düştü, damdayken mi başına gaz bombasının kapsülü geldi şimdilik bilmiyoruz, bildiğimiz devlete “biraz geri dur” diyen bir gencin daha çatışmalar sırasında aramızdan ayrıldığı.
Mısır’da hayatını kaybedenler için kameralar karşısında gözyaşı dökenler biliyoruz ki Ahmet için gözyaşı dökmeyecek. Tıpkı Medeni, Ali İsmail, Mehmet, Abdullah ve Ethem için dökmedikleri gibi…
AKP iktidarıyla sınanan bu ülkede gencecik insanlar göz göre göre ölürken, kimse rahat uyumasın artık. Koltuklarında gerine gerine oturanlar da bundan sonra olacaklara hazırlıklı olsun.
Çok insan ölüme gitti ama hepsi adıyla, direnen ruhlarıyla tarihe geçtiler.
Bir söz vardır; “Zorbalığa sessiz kalanın içindeki insan ölür”. O çocuklar ölürken sanmayın ki bu toplumun “içindeki insan” da ölecek, zorbalığınız sineye çekilecek.
O çok güvendiğiniz sandıklar gün gelecek zorbalığınıza tabut olacak.