Süreyyya Evren
İyi komşuluklar mahallesinden dedikodular… İYİ BİR KOMŞU SİZ BANYOSUNDA ONUN TABURESİNE OTURMUŞ AYAK TIRNAKLARINIZI KESERKEN BACAKLARINIZI DİKİZLER Mİ? Köşedeki sarı apartman, Daire 6 Cihangir’de otururken hayat kadını komşularımız vardı. Beraber yaşayan iki genç kadın. Çok teklifsiz insanlardı. En ufak bir ihtiyaçları için çat kapı bize girerler, ne istiyorlarsa alır, yapar, iki laklak eder çıkarlardı. Bana her seferinde kitaplarımla ilgili bir şeyler söyler ve okuyacak bir şeyler isterlerdi. Verir miydim pek kıymetli kitaplarımdan? Ne tavsiye ediyordum? Kapıyı çaldıklarında rahatsız etmek vs ile ilgili bir cümle kurmaz, direkt içeri seğirtirlerdi. Bizim evi bir tür yedek ev gibi görüyorlardı; kendi evlerinde en ufak bir şey bittiğinde veya çalışmadığında, hemen bu yedek evi aktive edebiliyordun. Ben evden çalıştığım için bütün gün de evdeydim, sürekli açık bir yedek ev gibiydik haliyle. Zaten onlar da gündüzleri çok gevşek yaşıyorlar ve zamanı yavaşlatmaktan hoşlanıyorlardı. İki şeyi neredeyse net hatırlıyorum: Kızlardan biri bir keresinde bize gelip çay demlemiş, iyi demlendiğine kanaat getirince de çaydanlığı alıp gitmişti (acaba gitmeden bana da bir bardak çay ikram etmiş miydi?); bir keresinde de kızlardan biri bizim banyoda ayak tırnaklarını kesmişti (bunu biraz da ayak tırnaklarını banyonun taburesinde oturup keserken onu azıcık dikizlediğim için hatırlıyor olabilirim). Fakat başka bazı komşular profesyonel faaliyetlerinden ciddi rahatsızlık duyup kapılarına dikildiklerinde, bağırıp çağırıp olay çıkardıklarında orada bitip onları savunmamıştık. Bu genç kızlar için iyi komşular mıydık?
İYİ BİR KOMŞU ÖLÜME ÇARE MİDİR? B Blok Kat 2 Daire 13
Sigmund Freud, sevgilisine yazdığı bir mektupta, yazar mı olsam psikanalist mi olsam diye düşündüğünü, kararsızlık yaşadığını anlatır. Sevgiliye yazılan mektup ne kadar güvenilir bir yazıdır bilemeyiz, insan sırf sevgilisini etkilemek için de yazabilir, bir uyaran eklemek için de düşünceleri süsleyebilir. Gene de şunu soralım: Bir yazar olmak ile, edebiyatçı olmak ile psikanalize ömrünü adamak arasındaki ortak payda nedir? Bunu Freud’un kendisinin daha sonra yapacağı bir formülasyondan okuyabilir, her ikisinin de birer “muazzam oyalanma” olduğunu söyleyebiliriz.
Uygarlığın Huzursuzluğu’nda, biraz da dinin “sıradan insan”ın hayatında neye çare olduğunu tartıştıktan sonra, Freud insanın zavallılığı, ölümün mutlaklığı, yaşamın çekilmezliği karşısında ne yapılabilir diye sorar. “Sırtımıza yüklenen yaşam bizim için fazla ağırdır; pek çok acı, hayal kırıklığı ve üstesinden gelinemeyecek görevler” içermektedir, yaşamı çekilir hale getirmek için ne yapabiliriz? Hangi müsekkinler işe yarayabilir?
Freud üç ana kategori tarif ediyor:
a) muazzam oyalanmalar –sanat, bilim, din, devrim, çevrecilik, hayvan aktivizmi, açlığa son vermek, kâşiflik vb gibi yüksek ideallere adanan ömür;
b) zavallılığı azaltmaya dönük tedbirler ve dolaylı tatminler –temelde iyi hayat dediğimiz şeyin pek çok öğesine yönelen, sağlıklı beslenme, ekonomik denge arayışı, para, güvence, uzatılabildiğince uzun ve acısızlaştırılabildiğince acısız hayat peşinde geçen ömür;
c) keyif verici maddeler –her türlü uyuşturucu müptelalığına, alkolizme, tiryakiliğe, kumara, kesif hazza adanmış ömür.
Muazzam oyalanmalara adanan ömür narsisistik bir yan içeriyor elbet, ölümün zavallılığından daha yüce bir şeylere adanmış ömür ölüme de yukarıdan bakmaktadır ve sahadaki tek büyüklenmeci tutum da değildir: Keyif verici maddelere adanan ömürde de hem ölümü hiçe sayan hem de idealleri hiçe sayan, tüm bunları geçersizleştiren bir narsisizm görürüz; yaşamı çekilir hale getirmek için yaşamın olduğundan çok daha yüce bir şey olduğuna inanmaya ve bu inancı hayata dayatmaya yaslanan muazzam oyalanmalar ile bohem ortamlarda keyif verici maddelere adanmanın kesişmesi de bundandır diyebiliriz çünkü ikisinde de yaşamın yüklerinin ve ölümü yenemeyişimizin bir reddi bulunur, zavallılığımızı inkâr eden iki tutum doğallıkla birleşip ayrılır sık sık. Ancak zavallılığımızı azaltmaya dönük tedbirler ölümü inkâr etmeyen aksine tanıyan tutumlardır: Yaşam üzerindeki kontrolsüzlüğümüzü azaltmaya dönük, puan alarak maç kazanmayı hedefleyen hareketlerdir. Yaşamın anlamını bulmaya dönük sorular da cılızlaşır yaşamın bu şekilde zanaate döküldüğü durumlarda, bir “yaşam akademizmi” başlar, neden yaşamalı ve ne yaşamalı soruları geriler, ne yaşamaya değerdir sorusu silikleşir, nasıl yaşamalı sorusu öne çıkar, nasıl daha çok ve daha az acılı yaşamalı. Her şeyin iyisi işte böyle makbul olur; ölümün kabul edilmiş gölgesinde, iyi tarım, iyi sanat, iyi aşk, iyi ilişki, iyi beslenme, iyi seks, iyi spor ve tabii ki iyi komşu...
Muazzam oyalanma ifadesindeki muazzamlık hakkında söylenecek bir şey yok, ortada; büyük sanat, büyük fikirler, idealler, hepsi muazzam şeylerdir. Ama bunlar bir yandan da birer oyalanmadırlar çünkü neticede ölümün varlığı hâlâ oradadır, yaşamın sefilliği hâlâ oradadır, hayatın hâlâ bir anlamı yoktur ve gerçek bir fark yaratmak imkansız gibidir. Ama insanların kendi hayatlarını hiçleştirerek bize hayatın hiçliğine dair bir ders verdikleri keyif verici maddelere adanmış yaşamlardan ziyade ideallere adanmış yaşamlara saygı duyarız: Çünkü, Freud’un da işaret ettiği gibi keyif verici maddelere kendini adamak da büyük bir enerji ister ve muazzam oyalanmalar birer oyalanma da olsalar büyük hedeflerini gerçekleştirememeleri anlamında, gene de tüm toplumun hayatında bir şeylerin daha iyiye gitmesine aracılık ederler, bir şeylerin gerçekten değişmesine önayak olabilirler, bazen insanlık için, bazen hayvanlar alemi için, bazen başka bir varlık için hayatın veya herhangi bir değerin daha iyi olmasına katkı yapabilirler. Muazzam oyalanmaya dayalı ömürler bugün şu anda iyi bir komşu olmayabilirler –ama, gene bazen insanlık bazen hayvanlar alemi bazen başka bir varlık için zamansız iyi komşular da sayılamazlar mı?
İYİ BİR KOMŞU KANDAN KORKMAZ MI? Terzinin karşısındaki apartman, 5 nolu daire
Fatih’teki evimizde, ortaokul çağlarında bir çocuk iken, kömür kırıp kovalarla yukarıya taşımak gibi temel bir kış işini yürütürken, keseri biraz fazla sallamış ve kendi parmağımı çok kötü kesmiştim; koptu kopacak görünümündeki parmağa bakarak çığlıklarla yukarı çıktığımda annemin dehşet manzara karşısında eli kolu bağlanmıştı. Neyse ki, alt kat komşumuz –Demis Roussos plakları dinleyen Boşnak bir aile olarak anımsıyorum onları– kandan korkmayan ve pratik bir kadındı da hemen olayı toparlayıp hastaneye doğru giden adımları atmıştı. Yukarıda bahsettiğim Cihangir’deki apartmanın giriş katında da yaşlı bir Rum teyze otururdu ve bize bizim ev sahibimizin ansızın ülkeden kaçmak zorunda kalan Rum komşularının evlerine ve eşyalarına yok pahasına el koyan bir eski komşu ‘haydut’ olduğunu söylerdi. Biz bunu dinler sonra kirayı elden ödemek üzere ev sahibimizin evine giderdik. İyi kiracılardık... İYİ BİR KOMŞU ANLAMI ASKIYA ALIR MI? C blok kat 4 daire 24
Ölümü inkâr etmekteki, ölüme yukarıdan bakmaktaki ana problem, ister muazzam bir oyalanma adına yapılsın ister keyif verici maddelerin uçlara taşınması suretiyle, bunun bir seviyede yaşamı da inkâr etmek anlamına gelmesidir. Ölümün mutlaklığı böyle büyük bir problem olarak konunca, yaşam iyi bir şey olmaktan çıkar. Yaşamın sevilebilmesi için ölümün sevilmesi gerekir. Tam da bu yüzden yaşamı sanatla birleştirmek isteyen sanatçılar da yaşamı kavramla buluşturmak isteyen felsefeciler de ân’a odaklanmışlar, böylece ölümle bitecek süreci değil bir ân’ın içindeki bitimsizliği merkeze almışlardır. Hayat böylece ölümden büyük bir anlama sahip olma hırsını bırakır, ân’ın içindeki anlamlara açılır: Sanat veya felsefe veya fikirlerin amacı bu kez ölüm karşısındaki sefilliği oyalamak değil ölüme giden doğrusal zamansallığı askıya almaktır, askıya alınan ölümü beklerken bir “yaşam atılımı” alanı açılmıştır. Deleuze’ün yaşamı anlamak için değil yaşamı yakalamak için felsefeye başvurmaktan söz etmesi gibi. Sado-mazo oyunlarda orgazmın askıya alınmasının en temel figürlerden biri olması gibi. Runa İslam’ın “Be The First To See What You See As You See It” (2004) videosundaki değerli görünen porselen objelerin –mesela beyaz bir çaydanlığın– etrafında ağır ağır dolaşan, onlarla oynayan, ufak ufak dokunan ve sonunda yavaşça ittirip üzerinde durdukları kaideden aşağı düşüren ve kıran kadının edimlerini ağır çekimde seyrederken âna yüzünü dönen bu askıya alma, oynama ve sonunda kontrollü ‘izin verilen’ orgazmı (kırılmayı) serbest bırakma ve izleme fantezisini görmez miyiz? Bekletmek en ana hükmetme formlarından biridir. Ve tabii askıya almak da öyle. Anlamı askıya almak ise anlamsızlığı kabulden de anlama doğru yüceltilmiş bir koşudan da anlamsızlığın kabul edilmesinin ardından geliştirilen anlamsız ama iyi hayatlardan da farklı bir ânlar alanı açar. Runa İslam düşürmelerindeki askıya alma sözgelimi Bas Jan Ader’in sahnelenmiş düşmeleriyle (1970 tarihli “Fall II” gibi) karşılaştırıldığında Ader’de hayatın kaide üzerindeki beyaz porselen çaydanlığıyla hiç oynamadan, hiç askıya almadan, çaydanlığı ansızın kıran, işin oynama kısmından çok düşme kısmına yüzünü dönmüş, ansızın direksiyonu nehre kıran bisikletçiyi görürüz. Sadece düşmek için çıkılmış çatı, sadece düşmek için oturulmuş sandalye, sadece düşmek için binilmiş bisiklet Bas Jan Ader’in filmlerindeki eninde sonunda ölüme düşmenin sefaletine verilmiş cevap olabilir –düşüşe, ölüme, kırılmaya dönük bu edimlerde yaşamı yakalayan, ân’ı yakalayan, iyi hayatı değil iyi ân’ı bulan bir kararlılık var. Gene Deleuze’ün yaşamın dinamik hareketini kavramın statik çerçevesinde durdurmadan düşünce ile yakalama arzusunu akla getirebilir bu da. İyi bir komşu tartışması kaçınılmaz olarak etik bir tartışmadır. Deleuze’ün statik yapıları, kapalı ahlakı, devlete özgü yapıları bir tarafa koyup açık yapıları, dinamik akışları, hareketleri, olayları, karşılaşmaları diğer tarafa koyan ahlak yorumunda komşuluğun iyi tarafta kalması ancak açık yapılardan yana olmasıyla mümkün olabilirdi. Yaşamı anlamakla yetinmek istemeyen ama yaşamı dönüştürmekten ziyade yaşamı olumlamak isteyen Deleuze’ün felsefesi yaşamsal hareketi düşünmenin alet kutusunu buldurmaya dönük bir çaba –yaşamı hangi terimlerle düşünmeli/yakalamalı– olduğu kadar statik yapıların nasıl oluştuğunu da anlamak ve olumsuzlamak isteyen bir felsefe olduğu ölçüde eleştirellik gücünü doğrudan edinmiyor mudur hem? ‘Hangi akışkan gücün nasıl donmasıyla faşizme varıldı’yı araştırmaksa bu temelde, kişisel hayatlarda da sabitlenmeleri mutlak ve dışarıdan olgular olarak değil yaşamsal akışkanlık durmaları olarak okumaktır... Bas Jan Ader’in düşmeleri, Runa İslam’ın kırılan porselenleri, bunlar hep ölümü olumlayarak yaşamı ân düzeyinde yakalamaya ve olumlamaya dönük bakışlar olarak yorumlanabilir: Çıkarımla düşünmezler, bir ilk kavramdan çıkarımlar yapıp bu kavramların kavramından geri kalan şeyleri türetmezler, yaşamın zavallılığının içinden geçen geçip gitmeye yönelirler...
O yüzden iyi bir komşunun acelesi olmayabilir, iyi bir eşlikçi olduğu sürece bekletebilir hayatı, porselen çaydanlığı kırabilir, ‘tüketilemez deneyimler’ önerebilir, Bergson’daki gibi “olayın dolaysızlığı içinde belirişini” bekleyebilir...
Çaydanlığın masanın kenarından düşüşünün uzatılması, bu düşüşle oynamak, bu düşüşün askıya alınması hayatın iyi bir hayat uğruna olabildiğince uzatılıp olabildiğince acısız hale getirilmesine benzemez. Sezilebilir bir fark olarak kırılma ânı, yaşanası orgazm, düşülesi düşüş, ölünesi ölüm ve yaşanası hayat işte böyle kendi belirişini erteler, kendi gerçekleşmesini işte böyle oyalar...
Jørgen Leth’in Mükemmel İnsan (Det perfekte menneske, 1967) adlı kısa filminde mükemmel bir insanın nasıl hareket ettiğini, nasıl göründüğünü, nasıl çalıştığını, yaşadığını görürüz. Nasıl hazırlandığı izlediğimiz bölümde ‘mükemmel insan’ ağır ağır tırnaklarını keser, ve bize bu edimi izlememiz, sesini dinlememiz söylenir dış ses tarafından. İnsan ne düşünmektedir? Mükemmel insan nasıl tırnak keser? Mükemmel insan iyi bir insan mıdır? Ne düşünür? Kapıyı kapatır mı aralık mı bırakır?
İYİ BİR KOMÜNAR İYİ BİR KOMŞU MUDUR? A blok kat 1
“İyi bir komşu” temasını ilk duyduğumda Seattle 1999’a, 2000’lerin başlarını kasıp kavuran Küreselleşme Karşıtı Hareket’e gönderme yapılıyor diye düşünmüştüm. Bunun yaygın bir çağrışım hattı olmadığını kısa zamanda fark ettim elbette, ama benim için komşuyu yatay hareketler içinden okuma alışkanlığı çok eskiydi ve kaçınılmazdı. Yakınlık gruplarına (affinity group) dayanan aşağıdan örgütlenmeleri özgürlükçü arzularla kurulan mahalleler olarak anlamaya dayanan komşuluk o yıllarda (2000’lerin başlarında) o kadar çok kullandığımız kavramlardandı ki iyi bir komünardan bahsediliyor sanmak kolaydı bir an. Bir yanımla da hemen sanatın kehanetlerinden biriyle karşı karşıya olabileceğimizi ve yeni bir yataylık dalgasının müjdelendiğini de ummaya karşı tümden dirençli olmamaya meylediyordum.
Gezi’de kim kimin komşusuydu? Occupy’da kim kimin komşusuydu? Herkes herkesin komşusu idi evet ama bazen somut komşuluklar da hepsi geçici olmak üzere her zaman gündemdeydi.
Beni şaşırtan, komşuluğu daha çok bize ait bir öğe olarak, burada karşılığını bulan bir kavram olarak düşünme eğilimi. Eskiden de bizde ırkçılık yok diyerek soykırım yapardık ya, onun gibi. Modernliğin Avrupalıların özüne dair olduğunu öne süren Avrupamerkezcilik gibi komşuluk gibi değerlerin de bizim özümüze ait olduğunu düşünmeyi seviyoruz.
İyi bir komünar nedir? Kime denir? İyi bir yoldaş kimdir? Bu soruların da devamı bir açıdan iyi komşu nedir sorusu. Kristin Ross Paris Komünü’nün siyasi muhayyilesini ortak/müşterek lüks üzerinden okurken sefaletin paylaşılmasından çok herkesin her şeyin en iyisinden pay alacağı bir dünya tasavvurundan söz eder.
Paris Komünü’nün “nispeten küçük bir olay olmasına rağmen olay olarak kazandığı orantısız tarihsel” güçten bahseder Ross, “komün geleceğe yüklü bir mirastır,” komünarlar “kır ile şehri, teori ile pratiği, kafa emeği ile kol emeğini” birlikte düşünme yetenekleriyle “kuvvetli bir arzular kümesi” doğurmuşlardır. Ross komünarlar üzerine düşünürken de komünarca düşünmeyi arar gibidir; “güvenli bir mesafeden üretilmiş teorinin ince ayarı”na değil de bir “olayın aşırılığına sıkı sıkıya bağlı düşünce”yi, “kendi ân’ının izlerini taşıyan, daha doğrusu kendisinin o ân’ın fiili inşasının halen bir parçası olduğu fikrindeki düşünceyi”, haliyle de “ince işçiliği yapılmamış, yüksek teoriye benzemeyen ama kurucu düşünceyi” över. Elise Reclus veya Wiliam Morris, Fransa’da İç Savaş’taki, Kapital’deki Marx’a göre tercihi olur bu yüzden.
Burada ‘incelikle’ kastedilen sanki ‘iyi bir düşünce’ değildir de ân’ı iyi yakalayan bir düşüncedir.
İYİ HAYAT İÇİN MERAKLI BİR KOMŞU GEREKLİ MİDİR?; Yan sokak emek apt. Kat 4
Meraklı komşu kimse istemez –mi?
Iyi bir komşu meraklı bir komşu mudur? Bağımsızlığımıza, yediğimize içtiğimize karışılsın istemeyiz –ama kapımızı açık unuttuğumuzda ancak meraklı bir komşu evi mi havalandırıyoruz yoksa bir hata mı yaptık, kapıyı açık mı unuttuk gözleyip farkedebilir ve sonunda bizim için kapıyı kapatabilir...
Belki de esas istemediğimiz yargılayan komşudur. Yargılama arzusu günümüzde epey tavan yapmış durumda –sosyal medya kullanımıyla ilgili eleştirilen şey de zaten sıklıkla bu kolay yargılama arzusunu görünür kılması değil mi? Ama sadece görünür kılmak onun günahı. Yoksa yargılama takıntısı orada duruyor.
Merak önemlidir –merak olmadan bakarsan Adel Abidin’in “Ping Pong” (2009) videosunda masada yatan kadını göremezsin... “Ping Pong”da büyük bir ciddiyetle ve kazanma uğraşıyla masa tenisi oynayan iki adam görürüz, izleyiciler de vardır aynı ciddiyetle müsabakayı takip eden, bir skorboard vardır ve sayılar kazanıldıkça burada gösterilmektedir, elle değiştirilmektedir skor. Ancak masa tenisi masasının ortasında file yerine çıplak bir kadın uzanmaktadır. Minik top ona çarptıkça bedeninde izleri kalmaktadır, ve çarpmalara inlemeleri eşlik eder. Kıpırdamadan durmayı sürdürür masanın ortasında. İki güç mücadelesi içindeki adamın ve onların bu mücadelesini kurumlaştıran çevrenin arasında kalan bir kadının portresidir “Ping Pong” ve yargılamak için bakarsan adamların oyunlarındaki başarıları ve başarısızlıkları görürsün, ancak merakla bakarsan kadını da görürsün dercesine...
“Maskesiz Filozof” başlıklı söyleşisinde Foucault mesela merakın altını çizmek için bir Afrika fıkrası anlatır. Bir psikolog bir psikoloji deneyi için Afrika’ya gitmiş, Sahra altı Afrika’ya, bir film göstermiş, üç karakterin yer aldığı bir film, ilişkilerin filmi izleyen yerlilerce nasıl yorumlanacağını merak ediyormuş, gösterimin sonunda hikâye hakkında ne düşündüklerini sormuş yerlilere, ama yerliler filmdeki karakterlerle pek ilgilenmemişler: Sadece ağaçların arasında ışığın hareketleri ve gölgeler ilgilerini çekmiş meğer...
Bizim toplumlarımızda karakterler domine ediyor algıyı demek için de kullanıyor Foucault bu hikâyesini.
Foucault kendisinin de bir yazar olarak tanınmadığı zamanları özler ve söylediği bir şeyin duyulma ihtimali olduğu günler diye bahseder o günlerden... Hatta bir oyun önerir –isimsiz yıl oyunu– o sene bütün kitaplar yazar ismi belirtilmeden basılacaktır... Böyle bir yılı önermek retorik bir öneridir, neyi kaçırdığımıza dair bir vurgu gibidir, karakterlerin öne çıktığı, ışığın hareketlerinin ve gölgelerin görünmezleştiği insanmerkezli bir dünyanın fazla dolaylı da olmayan bir eleştirisi gibidir.
Bunun altını çizmek için anlatmaktan hoşlanır gözüktüğü bir anekdot da şudur Foucault’nun: Ressam Courbet’nin bir arkadaşı varmış, gece yatağından “yargılamak istiyorum! yargılamak istiyorum!” diye fırlarmış!
Foucault yargılama arzusunun karşısına bir merak arzusunu geçirir –bu merakı ışığın hareketlerini ve gölgeleri merak eden Afrikalılara bağladığı açıktır.
Yargılama arzusunun karşısında merak arzusuna derken merakın kendisinin nasıl yoğun bir biçimde yargılandığını da anmadan bırakmaz. Merak önce Hristiyanlık tarafından mahkûm edilmiştir, sonra bizzat felsefe merakı kusur addetmiştir, bilim merakı damgalar olmuştur –merak çünkü beyhudeliktir. Merak kediyi öldürür çünkü boş bir şeydir. Bilimsel merak, felsefi merak, dini merak, öğrenme arzusuna, keşfetme arzusuna, kavrama arzusuna, içselleştirme, erişme, bilme, kullanma, ortaya çıkarma arzusuna dönüşmüştür. Merak, yani kendisi olarak merak olarak artık sorunludur –boştur, amaçsızdır, işe yaramaz gibi gözükmektedir. O yüzden anlattığı hikâyedeki Afrikalılar uygar göze beyhude şeylere ilgi duyan belki sevimli ama beyhude varlıklar gibi gözükürler –bu ışığın hareketlerine ve gölgelere duydukları meraktan bir şey çıkmayacaktır.
Foucault ise merakı sever, tahmin edeceğiniz gibi, beyhude ve saf haliyle sever, kaygıyı hatırlattığı için sever, varolan şeylerden duyulan kaygıyı hatırlattığı için sever, ama varolabilecek şeylerden duyulan kaygıyı hatırlattığı için de sever. Etrafımızdaki tuhaf olanı, farklı olanı bulmaya dönük bir hazır oluş olarak görür, farklı olan tekil olan olabilir, tek başına olabilir, onu farketmeye ve bulmaya dönük bir hazır oluş sayar merakı.
Hazır olunmadan yeniyi bırakın farklı ile dahi karşılaşılamayacağı düşüncesiyle Foucault meraka aşinalıklarımızdan kopmak için belirli bir keskinlik de atfeder, aynı şeyleri başka türlü görme gücüdür bu.
Öyle ya, ancak ben yavaşlığı merak ediyorum dediğinizde hızın dışına çıkabilirsiniz...
Aynı şeyleri başka türlü görme gücü İsa’da Tanrıyı görmek için gereken de şeydir Kierkegaard’a göre.
Olmakta olan elinden kaçar normalde –karakterlere odaklandığından, yargılama arzusuyla yatağından fırladığından, kafası karışık gözü görmeyen kestirmeci ihtiyarlara saygı duymadığından ışığın olmakta olan hareketlerini kaçırmaktasındır. Merak olmakta olanı yeniden yakalama şansı verir sana, geçip gideni yakalama şansı verir. Neyin önemli ve neyin hayati olduğuna dair geleneksel hiyerarşilere karşı bir kayıtsızlık gelir üstüne.
Komşularımızı nasıl dinlemeliyiz? Herhalde “yargılamak istiyorum! yargılamak istiyorum!” diye değil.
Yoksa merakla mı?
KAYNAKLAR:
Gilles Deleuze, Bergsonculuk, çev. Hakan Yücefer (İstanbul: Otonom, 2006). [Ve içindeki Hakan Yücefer’in önsözü: “Deleuze’ün Bergsonculuğuna Giriş”.]
Michel Foucault, “The Masked Philosopher”, Ethics, Subjectivity and Truth içinde, haz. Paul Rabinow, çev. Alan Sheridan, (New York: The New Press, 1997), s. 321-328. [İlk yayımlandığı yer Le Monde, söyleşiyi yapan: Christian Delacampagne, 6-7 Nisan 1980.]
Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, çev. Haluk Barışcan (İstanbul: Metis, 2009).
Kristin Ross, Ortak Lüks, Paris Komünü’nün Siyasi Muhayyilesi, çev. Tuncay Birkan (İstanbul: Metis, 2016).
|