Lord Byron, baba bir, ana ayrı kız kardeşi Augusta ile aralarında bir ilişki olduğu dedikoduları ayyuka çıkınca, sisli ve soğuk İngiltere'yi terk edip Venedik'e taşınmıştı.
Londra'yı terk etmesine neden olan iki bebek vardı: Birisi, kendisinin Wentworth Baronesi İsabella'dan olan kızıydı.
Büyüdüğünde "bilgisayar programcılığının annesi" Ada Lovelace olarak ünlenen bu bebek, henüz dört aylıktı ve vaftiz adı Augusta'yı halasından almıştı.
Diğer bebek ise kız kardeşi Augusta'nın kızıydı ve babasının Byron olduğu iddia ediliyordu.
Lord Byron'un farklı cinsel seçimlerinden hiç hoşlanmayan Ada'nın annesi, boşanma davasında bunu da bir gerekçe olarak dilekçesine eklemişti.
Lord Byron, "homoseksüellik, heteroseksüel sodomi ve ensest" ile suçlanıyordu.
Bugün bize çok tuhaf gelebilir elbette ama o tarihte bu üç suçlamadan ilk ikisi yargılanmayı gerektiren bir suç olarak kabul edilirken, farklı annelerden dünyaya geldikleri için üçüncüsü "teknik olarak" suç sayılmamıştı.
Gördüğünüz gibi 200 yıl içinde her şey ne kadar değişebiliyor.
Bir de 200 yıl sonrasını hayal etmeye çalışın bakalım, bugün suç kabul edilen hangi eylemler normalleşirken, bugünün normali, yarının anormali olacak?
Byron ile Augusta arasında böyle bir aşk ilişkisi gerçekten yaşandı mı, bilmiyoruz.
O yılların İngiltere'sinde, asil iki aileyi yakından ilgilendiren, son derece merak uyandırıcı bu konu, gerçek bir skandal olarak o günlerin gazete ve dergilerinde de kendisine hayli yer bulmuştu.
Elbette her olayda olduğu gibi Lord Byron'un İngiltere'yi terk etmesinin de bir başka boyutu var.
İngiltere'de işçilerin daha iyi koşullara sahip olmak için ayaklanmaları gerektiğini savunuyor olması da Byron'un bir medya infazına kurban gitmiş olma olasılığını arttırıyor.
İşin aslını öğrenebileceğimiz iki kaynak olabilirdi ki Augusta anılarını zaten hiç yazmadı.
İkinci kaynak ise Lord Byron'un anıları olabilirdi.
Ancak bu anılar hiç yayınlanamadı.
Ölümünden hemen sonra yakın arkadaşları kendi aralarında bir karar alıp, anıları yakarak yok ettiler.
Sonradan amaçlarının "Byron'un toplumdaki itibarını korumak" olduğunu açıklayacaklardı ki o günlerin ahlak anlayışına göre aslında korunabilecek bir itibarı da kalmamıştı.
Byron'un anılarını çok yakın arkadaşı, Frankenstein'ın yazarı, Mary Shelley temize çekmişti ve o da Byron'u korumak için olsa gerek, bu anılardan "içinde fazla bir şey yoktu" diye söz ediyor.
Byron da ölümünden önce "anılarımın gerçekten önemli bütün bölümlerini atladım, ölülere saygıdan ve yaşayanlara ya da ikisi birden olanlara duyduğum saygıdan yaptım bunu" demişti.
İşte boşa çene çalmak diye buna derim, aslında bu yazıyı yazmaya tam da bu noktada başlamayı düşünmüştüm ama gördüğünüz gibi insanın eli boş olunca konuştukça konuşuyor.
Byron'un size aktardığım bu sözü dikkatinizi çekmiş olmalı.
Üç tür insandan söz ediyor: Ölüler, yaşayanlar ve ikisi birden olanlar!
İkisi birden olanlar!
Bu oksimoron da kendi içinde ikiye ayrılıyor olmalı: Yaşayan ölüler, ölü yaşayanlar!
"Yaşayan ölüler" denilince kimlerden söz ettiğimizi anlamak zor değil.
Ölmüş olmalarına rağmen, sanki hala hayattalarmış gibi insanların yaşamının içinde olabilenlerden, insanların ve toplumların yaşamlarını etkileyebilenlerden söz ediyoruz.
İşte bakın aradan geçmiş 200 yıl, kimlerden söz ediyorum!
"Ölü yaşayanlar" konusunu, hepimiz için güzel geçmesini temenni ettiğim bu güzel hafta sonunda bizi oyalasın diye seçtim.
Hem içinde bir mikrop da barındırıyor ki yazlıklardan büyük kentlerin karmaşasına döndüğü için hır çıkarmak peşinde koşanlar için de bir hizmet sayılabilir.
Söz Byron'a ait olduğuna göre bu sözle neyi anlatmaya çalıştığını da anlamak zor değil.
Deyim yerindeyse "vur patlasın, çal oynasın" bir hayattı onunki.
Bu bir seçim tabii. Ama böyle yaşamanın gerektirdiği harcamaları karşılayacak bir maddi güç de gerekiyor.
O Lord olduğu için çalışması zaten yakışık almazdı, istediği hayatı sürdürebilme olanağı vardı.
Elbette hayatta hiçbir şey karşılıksız değildir. Bedelini ya önce ödersin ya da sonra ama mutlaka ödersin.
Byron, ilk taksiti yolun başında memleketini terk etmek zorunda kalarak ödemişti.
Anlamsız bir telaş içinde koşuştururken yaşamın özünü de kaçırıyoruz gibi geliyor bana ve galiba "ölü yaşamak" da buna karşılık gelen bir durum.
Biraz yavaşlasak, ileride hatırlayacağımız ve hatırlanınca dudaklarımızda küçük tebessümler yaratacak birçok şeye tanık olabiliriz.
"Acele etme hastalığı" diye bir hastalık olduğunu, yıllar önce bir İngiliz gazetesinde okumuştum, aklımda kalmış.
"Acele etme hastalığı"; zaman kazanmak için insanların çağımızda küçük ayrıntılarla nasıl uğraştıklarını anlatıyor.
Hastalığın belirtileri arasında her gün hepimizin otomatik olarak yaptığı şeyler de var. Örneğin asansör kapısının kendiliğinden kapanmasını beklemek yerine, kapatma düğmesine basmak gibi.
Trafik ışıkları kırmızıdan sarıya döndüğünde eli kornaya gitmek gibi.
Bir film izlerken elde kumanda bazı sahneleri hızla geçmek gibi.
Terminalde uçak, otobüs vs. beklerken cep telefonuna sarılmanın da bu tür bir tepki olduğunu okumuştum.
Çağımızda insanlar bir şey yapmadan geçirdikleri vakitlerde kendilerini 'değersiz' hissediyorlar ve bir şey yapmış olmak için telefonlara sarılıyorlar.
Bu yazıyı kâğıt baskıdan, tabletten ya da bilgisayarınızdan okuyorsanız tam da şu anda gözünüzün telefonunuza doğru kaydığına iddiaya girerim.
Sevdiceğiniz zaten tuvalete bile telefonla gidiyor!
Milan Kundera, Türkçe'de de yayımlanan (Can Yayınları, Çeviren: Özdemir İnce) 'Yavaşlık' isimli romanında "yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır" diyordu.
"Gözümüzün önüne en sıradan bir durum getirelim: Bir adam sokakta yürüyor. Birden bir şey anımsamak istiyor, ama anı uzaklaşıyor. O anda, kendiliğinden yürüyüşünü yavaşlatıyor.
Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan, hâlâ çok yakınında olan zamanda, sanki bulunduğu yerden hemen uzaklaşmak istiyormuş gibi elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır. Varoluşun matematiğinde bu deneyim iki temel denklem biçimine girer. Yavaşlığın derecesi, anının yoğunluğuyla doğru orantılıdır; hızın derecesi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır."
Acaba diyorum, yaşadığımız toplumsal hayatın bize dayattığı 'hatırlanmaya değer şeyler yapamama zorunluluğu' mu bu hıza yol açan?
Modern toplum biraz da bu gibi geliyor bana: Kurallara uy, sırayı bozma, çıkıntılık yapma, sana biçilen görevi yerine getir, öleceğin zamanı da biz sana söyleriz!
Hatırlanmaya değer bir şeyler yapamadığımız için mi hızlanıyoruz, daha kolay unutabilmek amacıyla mı?
Ölümle karşılaşan insanların, o son birkaç milisaniyelik süre içinde hayatlarının bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçtiği söylenir.
Düşünün bakalım, hangi sahnelerin gözünüzün önünden geçebileceğini.
Kızınızı kucağınıza aldığınız ilk an mı, galeriden gıcır bir otomobilin marşına bastığınız an mı?
Hayatınızın kadınını ilk kez öptüğünüz o ağacın altı mı, satın almak için uzun pazarlıklar yaptığınız ev mi?
Bir acıyı unutmak ya da bir mutluluğu kutlamak için zil zurna olduğunuz o gece mi, öğretmeninizin 'aferin ödevlerini çok iyi yapmışsın' dediği o sabah mı?
Cevaplarınızın çoğunluğu "b" ise size ne diyeyim, bilmiyorum!
4 Nisan 2020'de T24'te yayımlanmıştır.
Mehmet Y. Yılmaz kimdir? Mehmet Yakup Yılmaz, 1956 yılında Malatya'da doğdu. İlkokulu Antalya Devrim İlkokulu'nda, orta okul ve liseyi parasız yatılı olarak Denizli Lisesi'nde okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü'nden 1977 yılında mezun oldu Gazeteciliğe SBF öğrencisi iken 1975 yılında Ankara'da Mehmet Ali Kışlalı yönetimindeki Yankı Dergisi'nde başladı. Derginin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini de bir süre yürüttü. 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Türk İş'e bağlı Yol İş Federasyonu ve YSE - İş sendikalarında basın müşaviri olarak görev yaptı, sendika gazete ve dergilerini yayınladı Askerlik görevini Kara Harp Okulu'nda tamamladıktan sonra İstanbul Gelişim Yayınları'nda mesleğe döndü. Gelişim Yayınları'nda Erkekçe ve Bilim dergilerinin Genel Yayın Müdürü Yardımcılığı ve ardından Gelişim TV Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde bulundu 1985 yılında Hürriyet'e geçti ve Hürriyet Dergi Grubu'nu kurdu. Tempo, Blue Jean, Playmen gibi dergileri yayınladı. Daha sonra Dönemli Yayıncılık Genel Müdürlüğü görevine getirildi. Ercan Arıklı ile birlikte Dönemli Yayıncılık'ın 1 Numara Yayıncılık'a dönüşmesi sırasında Genel Müdürlük görevini üstlendi. Aktüel, Cosmopolitan, Penthouse, Oya gibi dergilerin kurucu genel yayın müdürü oldu. Bugüne kadar 30'u aşkın derginin kuruculuğunu yaptı. 1995 yılı başında Posta gazetesini yayınladı. Aynı yılın sonunda Fanatik gazetesini, 1996 yılı sonunda da Radikal gazetesini kurdu, genel yayın müdürlüğünü yürüttü. 2000 yılında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğü görevine getirildi. Bu görevi 5,5 yıl sürdürdükten sonra Doğan Burda Dergi Grububu'nun CEO'luğu görevini üstlendi. 2005 yılından 2018 Eylül ayına kadar Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ekim 2018'den itibaren T24'te yazmaya başladı. Gazete köşe yazılarından derlenen "Kırmızıyı Seçtim, Aşk Mavinin Altındaydı", "Benden Selam Söyleyin Bütün Aşklarıma", "Aşktan Sonra Hayat Var Mı", "Şaşırma Duygumu Kaybettim, Hükümsüzdür" isimli kitapları yayımlandı. "Aşk Herşeyi Affeder mi" isimli uzun hikâyesi de kitap olarak yayınlandı. "Türkiye medyasında en çok yayın başlatan gazeteci" olan Mehmet Y. Yılmaz, güncel politik gelişmelerin yanı sıra, deneme tarzındaki yazıları ile futbol üzerine yaptığı yorumlarıyla da biliniyor. |