AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, dün Berfin Özek’in yüzüne asit atarak kalıcı şekilde yaralanmasına neden olan şahsa verilen 13,5 yıl hapis cezasına takıldı.
Şöyle dedi:
"Bir namussuz, bir alçak, meşru olmayan bir yaşamla maalesef bir kıza, onunla beraber yaşıyor neyse, asit veya kezzap yüzüne atıyor ve tabii bir göz gidiyor. Mahkemenin verdiği ceza ortalama 13 yıl. Ben soruşturuyorum, bana verilen cevap şu; kanunun diyorlar en yüksek oranı bu. Ben de diyorum ki, arkadaşlar siz niye kanun diyerek bize böyle bir cevap yolunu buluyorsunuz? Ben kanundan bahsetmiyorum, ben haktan bahsediyorum, hukuktan, adaletten bahsediyorum. Siz burada hakkı, hukuku, adaleti arayacaksınız. Böyle bir olay kendi kızının başına gelmiş olsa orada bu olayı nasıl değerlendirirsin? Kanunlara mı bakacaksın? Yoksa böyle bir hak olur mu böyle bir adalet olur mu buna bakacaksın. Buradan tüm yargı dünyasına sesleniyorum; bu kanunların sayfaları arasındaki maddelere değil vicdanınıza kulak verin. Her zaman söylüyorum benim yolum kanun yolu değil hukuk yoludur."
Şu kadarcık bir paragrafta Erdoğan’ın bütün duygu dünyası ve ideolojisi saklı aslında.
'Meşru olmayan yaşam' meselesini bir sonraki yazıya bırakıp, mahkemeyle ilgili sözlerine geçeyim.
Ceza yargılamasında yargıçlar, delillere bakarlar, savunmayı dinlerler ve sanığın suçluluğuna karar verirlerse dönüp Ceza Kanunu’nda ne yazdığına bakarlar.
Ceza yargılamasında, yargıçların cezayı nereye kadar indirebileceği de bellidir, nereye kadar arttırabileceği de. Cezanın alt sınırı da yazılıdır, üst sınırı da.
Onun için bu tür 'kasten yaralama' cezasını az buluyorsanız yapmanız gereken şey şudur: Bir kanun çıkararak kadınlara karşı işlenen bu tür suçların cezalarını arttırması için Meclis’e öneride bulunmak!
Yargıçları, kanunda yazılı olmayan cezaları vermeye zorlamak değil.
Yaralanan kendi kızı da olsa yargıcın yapacağı şey kanuna uymaktır. Zaten kendi kızı olsa, esasen o davaya da bakmamalıdır.
Türkiye’nin 'otoriter bir devlet' görüntüsü veriyor olmasının nedeni, yargıçların bir bölümünün içtihatlara ve kanunların ne yazdığına aldırmadan, sanık diye karşılarına getirilenleri keyfi olarak cezalandırmaya yönelmiş olmalarıdır.
AİHM ve Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını takmayan yargıçlar var.
Kanun tutuklu yargılamayı belli koşullara bağladığı halde, tutuklamayı, peşin cezalandırma aracı olarak kullanan yargıçlar da var.
Ceza yargılamalarında, hakimler kanunlara ve yüksek yargı içtihatlarına sıkı sıkıya uymalıdır.
Kanunda yazmayan cezayı veren yargıç, adil bir mahkemenin yargıcı olamaz.
Böyle yargıçlara sadece otoriter rejimlerde rastlanabilir ki yukarıda da söyledim, bugün adalet sistemimizin en temel sorunu budur:
Muktedirin hukukunun, kanunların üstüne çıkmış olması!
Erdoğan, yargıçlara "Kanunlara uymayın" talimatı verirken, bu talimatının nereye gideceğini hiç düşünmeden konuştu.
Bir kahvehane sohbetinde söylenebilecek sözler bunlar, Cumhurbaşkanlığı makamına seçilmiş bir kişinin söyleyebileceği türden sözler değil.
* * *
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, evlilik yaşının giderek yükselmesiyle ilgili endişelerini paylaşmayı da ihmal etmedi.
Sözlerinden anlıyoruz ki Erdoğan, bir kadın ile bir erkeğin evlenmeden birlikte olmasını 'meşru' olarak görmüyor.
Olabilir, muhafazakar bir politikacının böyle bir duruma alkış tutmasını beklememeliyiz zaten.
Ama kendisine hatırlatmalıyım ki bir ilişkinin meşru ya da gayrı meşru olduğuna karar vermek günümüzde modern devletin işi değildir.
Kendisi onaylamayabilir ama bunu yargılamak kimsenin haddi değildir.
Erdoğan, yargılamanın da birkaç adım ilerisine geçiyor:
"Bakın gençlerimizin evlilik yaşı giderek yukarı doğru çıkıyor. Genç yaşta maalesef evlenmiyorlar. Çoğu 30'u aşkın evleniyor ya da evde kalıyor. Böyle bir şey olabilir mi ya! Devlet babadan bahsediyor muyuz? Onun da başında Erdoğan var mı? Var. Ben de şu anda tavsiye ediyorum."
Erdoğan, devleti 'baba' olarak görüyor ve onun başında da kendisi olduğuna göre kendisini bütün toplumun babalığına da tayin ediyor.
Modern demokrasilerde devlet, toplumun babası filan değildir.
Modern öncesi dönemde siyasal iktidar ve devlet, meşruiyetini dinsel/mitolojik/geleneksel kaynaklardan alıyordu.
Ama artık meşruiyet, toplumun kendisinden kaynaklanıyor.
Devletin kendisini 'toplumun babası' olarak gördüğü ülkelerde, demokrasi filan yoktur.
Erdoğan’ın zihin dünyası da böyle şekillendiği için bir türlü demokrat olamıyor zaten.
Erdoğan, evlenmeyenlerin sayısının artışını da medya ile ilişkilendiriyor:
"Evlilik dışı hayat biçimi medya aracılığıyla meşrulaştırılmaya daha defa vahimi özendirilmeye çalışılıyor. Televizyonların çoğunda bunun kampanyası yapılıyor."
Türkiye’de medyanın böyle bir kampanya yürüttüğüne nasıl karar verdi, bilemiyorum.
Ama şunu söylemeliyim ki evlilik yaşının yükselmesinden yakınıyorsa önce kendi ekonomik politikasına bir bakması lazım.
Üniversite mezunu gençlerin yarısı işsiz.
Gençlerin ezici çoğunluğunun gelecek korkusu var.
Gelecekte daha iyi bir yaşamın kendisini beklediğine inanan gençlerin sayısı her yıl azalıyor.
Böyle bir ortamda hangi genç evlenmeyi düşünebilir?
Şöyle konuşuyor:
"Nikâh dışı evlilik bizim değerlerimizde yok. Buna bir defa hep birlikte tavır koymamız lazım."
İnsanların hayatlarını nasıl yaşamak istedikleri, devletin karışabileceği bir alan değildir.
Sadece otoriter - totaliter devletler insanların özel hayatlarına burunlarını sokmak isterler.
İnsanları, başkalarının yaşam biçimlerine karşı 'tavır koymaya davet etmek' de bir demokraside normal karşılanmaz.
Bu tür bir devlet anlayışı, geçmişte kaldı ve insanlar bu anlayışın acısını çok çekti.
Cumhurbaşkanı, gençlerin nikahsız yaşamamasını isteyebilir ama toplumu buna tavır koymaya teşvik edemez.
Gençlerin erken yaşta evlenip, çok çocuk doğurmalarını istiyorsa, bunun zeminini toplumsal baskıyla değil, ekonomik - sosyal avantajlar sağlayacak politikalarla hazırlamalıdır.
Bir demokraside işler böyle yürür.