Sezgin Baran Korkmaz'ı Avusturya'da tutuklatarak ABD'ye iadesini isteyen Utah Federal Savcılığı, SBK'nın şirketlerinin içinin boşaltıldığını tespit etti ve bu amaçla İstanbul'a bir araştırma ekibi yollamaya karar verdi.
Hayati Arıgan'ın bu haberinin Sözcü'de yayımlandığı gün, Türkiye, Sezgin Baran Korkmaz'ın iadesini Avusturya'dan resmen istediği açıklandı.
Demek ki Korkmaz'ın iadesinin daha önce istendiği ile ilgili tüm açıklamalar ve haberler yalanmış.
AKP Genel Başkanı, partisinin artık bir "hakikat operasyonu" yapacağını söylemişti, zannetmiyorum ki bu tür yalanları gündemlerine alsınlar.
Bildiğimiz kadarıyla Sezgin Baran Korkmaz'ın mal varlıklarının üzerinde halen tedbir var.
Bu tedbire rağmen şirketlerin içi nasıl boşaltılıyor diye merak ediyor olmalısınız.
Öyle görünüyor ki bu iş için düğmeye basılması, Korkmaz'ın mal varlıklarının üzerine konulan ilk tedbirin kaldırılması ile başlamış.
Hatırlarsınız, bu karar üzerine bazı polis şefleri ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile görüşen Korkmaz, Türkiye'yi terk etmişti.
Yani bir kez daha "olmayan MASAK raporuna dayanarak tedbir kararının kaldırılması" konusuna dönmüş bulunuyoruz.
Çünkü bu karar, Sezgin'e, şirketlerinin içini boşaltması için gereken zamanı kazandırdı.
Sezgin kazandığı bu zamanda şirketlerini devretti ya da sahip olduklarını sattı.
Bunun 100 milyon dolara ulaşan bir operasyon olduğundan söz ediliyor.
Kimse kusura bakmasın ama bu işler Hilal – i Ahmer yararına yapılmaz. Yaptığını söyleyenlere de kimse inanmaz.
Bazı kişiler, sahip oldukları yargı ya da yürütme gücüne dayanarak birisine 100 milyon dolar kazandırıyorsa, bu işlere iyi saatte olsunlar karışmış demektir.
Bunu bilir, bunu söylerim.
Onun için şimdi bulundukları makamların arkasına saklanmaktan vazgeçerek, bazı şeyleri hangi gerekçeler ile yaptıklarını açıklamak zorundalar.
* İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, kaçmasından bir gün önce Sezgin Baran Korkmaz ile makam odasında neden görüştü?
* Bu görüşmede o polis şefleri neden vardı?
* Adalet Bakanı Yardımcısı yapılarak taltif edilen savcı, neden olmayan bir MASAK raporunu varmış gibi göstererek mal varlıklarının üzerindeki tedbiri kaldırdı?
* Savcı'nın Adalet Bakanı Yardımcısı yapılmasında, bu "operasyonunun" bir rolü oldu mu?
* Olmayan MASAK raporunu varmış gibi kabul ederek, mal varlıkları üzerindeki tedbir kararını kaldıran hakim bunu hangi müşevvikin etkisiyle yaptı?
* Hakim ve savcı üzerinde siyasi nüfuz kullanan birisi mi vardı?
Şu anda bildiğimiz şu: İçişleri Bakanı, iki polis şefi, bir savcı, bir hakimin dahil olduğu bir grup (başkaları da var mıydı acaba?) bir karar verdi ve bu karar, Sezgin Baran Korkmaz'a 100 milyon ABD Doları kazandırdı.
Bunun neden yaptıklarını bugün bizlerden saklayabilirler.
Ancak ABD Hazinesi'nin o paranın izini süreceğinden ve o paranın bir bölümünün hangi tarlaları da suladığını bulacağından ciddi olarak endişe etmelerini öneririm.
Bakın bugüne kadar sakladığınız her şey iki – üç hafta içinde çorap söküğü gibi ortaya çıktı.
Bugün bilmediklerimizi de yakında öğreneceğiz.
Cumhurbaşkanlığı Ekonomi Politikaları Kurulu üyesi Korkmaz Karaca'nın Sezgin Baran Korkmaz tarafından "kollandığı" artık bir sır değil.
Karaca, SBK'nın kendisine tahsis ettiği Audi marka makam aracını kullanmış. Bu aracın bugünkü fiyatı 3 milyon 800 bin lira.
Bunu aklımızda tutalım.
Korkmaz Karaca, yine SBK'ya ait Beylerbeyi'ndeki üç katlı bir yalıyı da ofis olarak kullanmış. Tebrikler, tahmininiz doğru, her hangi bir kira ödemesi gerekmemiş, SBK kendisine tahsis etmiş.
Dün internetten baktım, böyle bir yalının tek bir katının aylık kirası 48 bin lira.
Yani neresinden baksanız böyle bir yalıyı ofis olarak bir yıl kiralamak için ödemeniz gereken para 1 milyon liranın üzerinde.
Peki düğün değil, seyran değil, Sezgin Baran Korkmaz, Korkmaz Karaca'yı neden böyle aşırı bir sevgiyle deraguş etmiş?
Bu devirde kim kime karşılığını almadan böyle bir kıyak yapıyor?
Hiç kuşku yok ki böyle bir olanak sağlanıyorsa, Karaca da SBK'ya bunun karşılığı olan hizmeti vermiş olmalı.
Bu hizmet nedir?
Korkmaz Karaca'nın "hata yaptım, sorry" demesi durumu kurtarmaya yetmez.
Bu ikili arasındaki ilişkinin neye karşılık geldiğini belki bizim İçişleri ya da MASAK araştırmaya gönüllü olmayacaktır ancak kuşku duymayın ki bu para Amerikan Hazinesi'ne ait ve onlar bunun peşine düşecekler.
Reis ne diyordu: Söke söke alırlar!
Öğrendikleri bilginin ne kadarını kamuoyuyla paylaşırlar ne kadarını "devlet sırrı" olarak ileride kullanmak üzere bir kenara kaldırırlar, bilmiyorum.
Ancak şunu söyleyebilirim: Böyle bilgilerin yabancıların elinde olması, TC'nin hiç hayrına olmaz!
Dünyanın herhangi bir köşesinde hukuk fakültesi kantinindeki çaycıya sorsanız aynı yanıtı alırsınız: Bir kural nasıl konuluyorsa, o yolla kaldırılır!
Bu yanıtı alamayacağınız ve içinde hukukçular olan tek kurum TC Danıştay'ı, bunu da böylece öğrenmiş olduk.
Bizim hukukumuzda uluslararası anlaşmayı imzalama yetkisi yürütme organına ait. Bu organ eskiden "hükümet" idi, şimdi tek başına Cumhurbaşkanı.
Ancak bu, imzalanmış bir uluslararası anlaşmanın yürürlüğe girmesine yetmiyor.
Bunun için TBMM'nin bir onay kanunu çıkarması gerekiyor.
TBMM'nin çıkardığı kanun Cumhurbaşkanı tarafından onaylanınca da yürürlüğe giriyor.
Bu yolla yürürlüğe girmiş bir anlaşmadan çıkmak istediğinizde izlemeniz gereken yol da bu olmalı.
Yani Cumhurbaşkanı bu anlaşmadan çekilmek ile ilgili bir kanun çıkarılmasını önerecek.
Bunu doğrudan kendisi yapamaz, bir milletvekiline kanun teklifi verdirecek ki bugün Türkiye'deki hemen her kanun böyle çıkıyor.
Yürütme hazırlıyor, imzacı milletvekilleri TBMM'ye kanun teklifi olarak bunu sunuyor.
TBMM bu kanun teklifini kabul ederse, Cumhurbaşkanı imzalar Resmi Gazete'de yayınlanır ve Türkiye o anlaşmadan çekilmiş olur.
Bu son derece basit ve sıradan bir işlem aslında ve bugünkü TBMM'nin yapısı içinde bütün bu süreci bir gün içinde tamamlamak, hatta bunu bir torba kanun içine atarak yapmak bile mümkün.
Ama bunu yapmıyor ve Cumhurbaşkanı, TBMM'ye ait bir yetkiyi gasp ediyor.
Ve emrindeki Danıştay bu işlemi hukuka uygun buluyor.
TBMM'ye ait bir yetkinin, Danıştay da kullanılarak gasp edilmesi, Anayasal haklarımızın hiçbirinin güven altında olmadığını gösteren çıplak bir örnek.
Birileri darbe yapsaydı da sonucu böyle olurdu, bu kez darbeyi Danıştay aracılığıyla Cumhurbaşkanı yapıyor.
İstanbul Sözleşmesi'nden çıkılmasının bize anlattığı en önemli şey budur.