Hürriyet’te yazsın diye iktidar tarafından görevlendirilenlerden biri, dün şu soruyu sordu:
“FETÖ’nün siyasi ayağını merak edenler, 15 Temmuz’un siyasi ayağını merak ediyorlar mı acaba?”
Etmez olur muyuz?
FETÖ’nün siyasi ayağını merak edenler, 15 Temmuz’un siyasi ayağını da çok merak ediyorlar, hiç kuşku duymasın!
Ve öyle görünüyor ki en çok da bizler merak ediyoruz.
En az merak edenler ise AKP – MHP koalisyonu olmalı çünkü bu konuda verilen bütün araştırma önergeleri onların oylarıyla reddediliyor.
TBMM’nin, FETÖ’nün siyasi ayağını araştırmasından niye çekiniyorlar acaba?
Şurası kesin bir gerçek ki darbeciler amaçlarına ulaşabilselerdi, FETÖ’nün siyasi ayağını kimler oluşturuyorsa, onlardan birini Başbakan ilan edeceklerdi.
Darbe yapmanın riskini üstlenenlerin, başbakanlığı götürüp de kendilerinden olmayan birilerine hediye etmelerini beklemek, rasyonel bir durum mudur?
Peki bu ayağı bulup, ortaya çıkaracak olanlar kimlerdir?
Marmara Oteli’nin güvenlik görevlileri mi yoksa MİT ve emniyet istihbaratı mı?
Her halde MİT ve emniyet istihbaratından bunu beklemeliydik.
Bu kurumlar kime bağlı olarak çalışıyor ve neden işlerini yapıp, 15 Temmuz’un da, FETÖ’nün de siyasi ayağını ortaya çıkaramadılar?
Embedded yazar, “darbeci generaller 1986 yılında TSK’ya girdiler, o zaman Erdoğan mı vardı” diye de soruyor.
Evet, o zaman Erdoğan yoktu.
Ama Fethullahçı subaylar TSK komuta kademelerinde yükselebilsin diye Balyoz, Ergenekon, askeri casusluk vs. davaları açıldığında “başsavcı” makamında oturan kişi Erdoğan’dan başkası da değildi.
Erdoğan, o gün TSK’daki bu tasfiye operasyonlarına göz yummasaydı, o davaların savcısı gibi hareket etmeseydi, çapsızlıkları tescilli Fethullahçı subaylar generalliğe kadar yükselebilecekler miydi?
Evet, Recep Tayyip Erdoğan geç de olsa bu örgütün ne denli tehlikeli olduğunu fark etti. Evet, Erdoğan AKP’nin başında olmasaydı, bu parti Fethullahçılarla mücadelede bu kadar kararlı davranamazdı. Bunları kabul ediyorum.
Ama unutmuyorum ki 17 Aralık’tan sonra Fetullah’a “barış elçisi” yollayan da Erdoğan’dan başkası değildi.
***
Hürriyet’te 5 yıla yaklaşan bir süre boyunca her Pazartesi aynı soruları sordum:
KPSS sorularını kim çaldı? Suudi Kralı’nın hediyeleri ne oldu? Bülent Arınç’a suikast işi ne durumda?
5 yılın sonunda da sorularıma yanıt verilmemesini de bir tür yanıt olarak kabul ettiğimi açıklayıp, “Pazartesi sorularını” kesmiştim.
5 yıl boyunca sorduğum KPSS sorusuna gerçekten bir yanıt verilmiş olsaydı, TSK’daki Fethullahçı çete daha 2010 yılında ortaya çıkarılabilirdi.
2010 yılındaki KPSS’de “doğru yanıtları bilerek” öğretmen olan 102 kadının kocaları, 15 Temmuz darbe girişiminde aktif rol oynayan subaylardan başkası değildi.
Eğer KPSS soruşturması Fetullahçı çeteyi ortaya çıkarmak amacıyla yürütülmüş olsaydı, darbeci 102 subayın cemaat ilişkisi de ortaya çıkacaktı.
Bu 102 subay üzerinden gidip geri kalan Fetullahçı çete mensuplarını tespit etmek, takip edip mahrem imamlarına ulaşmak, ordudan atmak, son derece kolaydı.
2010 yılında KPSS sorularının çalındığının ortaya çıkmasından sonra bugünün Cumhurbaşkanı, o günün Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, MİT Müsteşarı ve Emniyet Genel Müdürü’nü (EGM) makamına çağırtmış ve “Kopya çekenleri bulun, dosyayı da önce bana getirin” demişti.
O tarihten sonra ben de her hafta bu soruşturmanın sonucunu sordum, kapı duvar, yanıt alamadım.
Yanıt alamayacağımı biliyordum, o nedenle özellikle sordum.
Çünkü soruları alıp yanıtlarını yandaşlarına dağıtanın Fethullahçı çete olduğunu biliyordum.
Peki ben nereden biliyordum? Neye dayanarak “soruların nefesi kuvvetli bir hocanın örgütü tarafından çalındığını” yazabiliyordum?
Hayır, örgüte sızmış casuslarım yoktu.
Soruların çalındığının belli olmasının hemen ardından 10 Eylül 2010 tarihinde Milliyet’te, Tolga Şardan ve Türker Karapınar imzasıyla bir haber yayınlandı.
2010 KPS Sınavı’nın sorularının çalınmasındaki kilit isimlerden biri olan Ispartalı Baki Saçı, savcılığa verdiği ifadede cemaat bağlantılı bir arkadaşının “Sana bir hediyem var” diyerek soruların yanıtlarını kendisine gönderdiğini anlatıyordu.
Sadece KPSS değil, ALES, YGS sorularının yanıtlarının da örgüte mensup kişilere dağıtıldığını açıklıyordu.
Saçı, ifadesinde, üniversiteye hazırlanırken gittiği bir dershanede Fetullah Gülen cemaati mensuplarıyla tanıştığını, “Sana imkânlar sunarız” diyen cemaate ait evlerde 4 yıl boyunca kaldığını ve cemaati bu şekilde tanıdığını anlatıyordu.
Ankara’ya getirilerek savcılık tarafından şüpheli sıfatıyla ifadesi alınan Saçı, daha sonra serbest bırakılmıştı.
Bu ifadeyi veren neden serbest bırakılmıştı, sanıyorum o savcı da Fetullahçıydı!
Peki Fethullahçı savcının örtbas etmeye çalıştığı şeyin üzerine MİT Müsteşarı ya da zamanın Emniyet Genel Müdürü, neden gitmediler?
Ya da bizzat Recep Tayyip Erdoğan, “önce kendisine sunulan” bu dosyayı neden takip etmedi?
O dosyanın gereği yapılsaydı, örgüt 15 Temmuz darbe girişimine cesaret edecek kadar palazlanabilir miydi?
***
Cumhuriyet gazetesinde çalışan yönetici ve gazetecileri “muktedirin emriyle” hapse tıkma projesi, beklediğimiz gibi Yargıtay’dan dönmek üzere.
Yargıtay Başsavcılığı’nın dava ile ilgili “beraat talebi”, iddianamenin de yargılamanın da bir kumpastan ibaret olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
İstinaf mahkemesi kararını alelacele uygulamaya sokarak, suçsuz insanları bir kez daha hapse atanların vicdanları ne durumda acaba?