8 Mart günü İstanbul’da barışçıl bir yürüyüş yapmak isteyen kadınların dövülmeleri emrini veren kişi İçişleri Bakanı Süleyman Soylu imiş.
Habertürk’ten Nagehan Alçı, İstanbul Valisi’nden bu bilgiyi aldıktan sonra ki Vali "net talimat verildi" diye de vurguluyor, İçişleri Bakanı’nı aramış ve sormuş:
"Neden Taksim’i açmamakta ısrar ediyorsunuz? Bırakınız geçsinler, bu gerginliğe ne gerek var Sayın Bakan?"
Bakan da şu yanıtı vermiş:
"Zaten belirlenen her yerde gösteri yapma hakları var kadınların. Önceden izin alıp istedikleri gibi yürüyüş düzenleyebilirler. Bu Taksim ısrarı neden? Devletle inatlaşmak ve devlete meydan okumak niye? Buna müsaade edemeyiz! Bizim önceden belirlediğimiz kurallar var, uymayıp, özellikle provoke ediyorlar."
Arada, genel anlamı bozmayan bir iki lüzumsuz cümle de var, onları attım. Ancak dileyen Alçı’nın köşesinden tamamını okuyabilir.
Soylu, bir demokratik hukuk devletinin İçişleri Bakanı gibi değil, bir otokraside "rejimin polis müdürü" gibi konuşuyor!
"Devlet" diye yüce bir makam var ve bu "devlet" bir karar vermiş, bu karara uymazsanız onunla inatlaşmış oluyorsunuz ve bu tutumunuz o yüce varlığa karşı bir meydan okuma!
TC, Anayasa’sına göre bir demokratik hukuk devletidir. Bu, devletin tüm eylem ve işlemlerinin hukuka uygun olması anlamına gelir.
Bizim hukuk normlarımız şöyle: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Anayasa, Kanunlar, Tüzükler, Yönetmelikler. AİHM, AYM ve yargı kararları da bunların uygulanmasında ortaya çıkabilecek sorunları denetler.
Soylu, belli ki Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden TC Anayasa’sından, AİHM ve AYM kararlarından haberdar değil.
Kavrama ve ifade düzeyine bakarsak kısa sürede de öğrenebilecekmiş gibi görünmüyor. Öğrenebilmiş olsaydı, gösteri – protesto yürüyüşü ya da miting yapmak için kimseden önceden izin alınmasının gerekmediğini bilirdi.
Vatandaşların, istedikleri yerde gösteri yapabileceklerini, "yasaklı yer ya da yasaklı alan" diye bir kavramın TC hukukunda mevcut olamayacağını da çoktan öğrenmiş olurdu.
Kendisinin "önceden belirlediği kuralların", Türkiye’de geçerli hukuk normlarının yanında flatus vocis olduğunu da bilmeliydi. (Flatus vocis tanımı için tıklayınız.)
Soylu’nun içinde yer aldığı hükümet, meşruiyetini Anayasa’dan alıyor ama Anayasa’yı da takmıyor.
Verdikleri bu yasaklama kararları AİHM ve AYM’den birer birer döndüğü halde ısrarla bu tavrı sürdürüyorlar.
Kendisini her şeyin üstünde gören, kendisini kadir – i mutlak zanneden bir iktidar ile karşı karşıyayız.
Türkiye, her geçen gün hukuktan ve demokrasiden biraz daha uzaklaşıyor.
Kamu Denetçiliği Kurumu (KDK), Yunanistan sınırındaki sığınmacılar ile ilgili durumu yerinde gözlemlemiş ve bir rapor yazmış.
Yunan polisi, sığınmacılara gaz bombası, plastik mermi, kimyasal madde içeren tazyikli su ile müdahale ediyormuş.
Kafasına plastik mermi ve gaz fişeği isabet edince yaralananlar da olmuş.
Kamu Denetçiliği Kurumu, bu rapor ile dünya ombudsmanlarını harekete geçmeye çağırıyor. Bu insan hakkı ihlalleri bir an önce sona erdirilmeliymiş!
Gördüğünüz gibi Recep Tayyip Erdoğan’ın orantısız şiddet uygulayan polisleri "kötü amcalar" ilan etmesinden sonra, KDK da bu hareketlerin insan hakkı ihlali olduğunu tespit etmiş bulunuyor.
Yalnız şöyle bir sorun var ki KDK’nın gözleri Trakya havası alınca açılıyor, Trakya’daki sınırlarımızdan 10 – 15 kilometre içeri girince tekrar kapanıyor!
Çünkü Yunanistan polisinin, tampon bölgedeki gariban sığınmacılara reva gördüğü muamele, düzenli ve sistematik olarak Türkiye’de polis tarafından sokağa çıkan herkese uygulanıyor ama KDK bugüne kadar bunları hiç fark etmedi.
Belli ki KDK raportörleri, Türkiye’de polisin sıktığı gazdan ve kimyasal madde içeren sulardan etkilenmeyen sağlam bir bünyeye sahipler.
Kim bilir belki de kelle – paça içtikleri için, Koronavirüs'ten olduğu kadar Türk polisinin kullandığı gaz ve kimyasallardan da korunuyorlar!
KDK Başdenetçisi, eski AKP milletvekili Şeref Malkoç Bey’e önerim şudur:
Bu raporunuzun, dünyada ciddiye alınmasını istiyorsanız, gözlerinizi Türkiye’deki ihlalleri de görecek kadar açmalısınız.
Yoksa raporları kendiniz yazar, kendiniz okursunuz!
Cumhurbaşkanı, Brüksel’e gitti ve görüşmeler sırasında "vize muafiyeti" konusu da gündeme geldi.
Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığı döneminden beri Türkiye, yerine getirmesi gereken 72 kriterden 66’sını yaptı, 6’sını bir türlü yapamıyor.
Hürriyet’teki habere göre bu son seferde de Türkiye, AB’den bu 6 kriter konusunda "esneklik" istemiş.
AB’nin zaten gönülsüz olduğu vize muafiyeti için niye "esnemesini" bekledikleri bizim için bir sır sayılmaz.
Recep Tayyip Erdoğan, arada bir gaza gelip "çalışmaları hızlandırın, 6 kriteri tamamlayın" diye emirler yağdırıyor ama bir arpa boyu yol alınmıyor.
Çünkü sorun şu ki çalışmaları hızlandıracak olan da kendisi, o çalışmaları yapacak olanlara yapılacakların sınırını çizen de kendisi.
Hatırlarsınız, Ahmet Davutoğlu’na karşı gerçekleştirilen "Pelikan Saray darbesi"nin nedenlerinden biri de bu 6 kriter konusunda Saray ile Davutoğlu arasındaki görüş ayrılığıydı.
Terörle Mücadele Kanunu’nda yapılması gereken değişiklikler konusunda Erdoğan çok gönülsüz çünkü bu kanun, AB’nin istediği şekilde değişirse, ağzını açanı "terör örgütüne üye olmasa da yardım ediyor" diye hapse atmak mümkün olamayacak.
Erdoğan elindeki bu sopayı kaybetmek isteyecek mi?
AB, Türkiye’nin bağımsız bir yolsuzluklarla mücadele kurumu oluşturmasını istiyor.
TBMM için etik kurulları, siyasetin finansmanı ile ilgili düzenlemeler de bunun bir parçası.
Ve hatırlayacaksınız, bu işler ilk konuşulmaya başlandığında, Ahmet Davutoğlu’na adeta fırça atan ve "böyle yaparsanız çalışacak belediye başkanı bulamazsınız" diyen de Erdoğan’dan başkası değildi.
Erdoğan AB’nin "esnemesini" istiyor çünkü muhalefete karşı baskı olanaklarından ve hesap vermeme alışkanlığından vazgeçmek istemiyor.
AB de onun bu durumunu bildiği ve vize muafiyeti filan vermeyi de düşünmediği için altı maddede esnemiyor!
Vize meselesinin dünkü, bugünkü ve yakın gelecekteki durumu bundan ibarettir!