AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın vekili Özlem Zengin, deyim yerindeyse “azgın azınlık” tarafından linç edildi.
Bunun nedeni Özlem Hanım’ın Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun ile ilgili olarak “kırmızı çizgimiz” ifadesini kullanmış olması.
Bu kanunun kaldırılması, sadece AKP tabanındaki bir dar çevrenin değil, AKP ile ittifaka girmek isteyen Yeniden Refah Partisi ve Hizbullahçı Hüda Par’ın da talebi.
Bu çevrelerin bu kanuna karşı çıkma nedeni ise, aile içi şiddet mağduru kadınların boşanma haklarını koruması.
Bu çevreler zaten kadınların iş hayatı içinde yer almalarına da karşılar; nedeni aynı:
Ekonomik olarak kendi ayakları üstünde durabilen kadınlar, koca şiddetine boyun eğip, evde oturmak zorunda kalmazlar.
Yani aslına bakarsanız memleketimizin İslamcıları ile Taliban ya da IŞİD arasındaki ideolojik mesafe “bir tık” diye tabir edilebilir.
Taliban ya da IŞİD’in hâkim oldukları yerlerde ne yaptıklarına bakın, bunların mutlak hâkimiyetlerine girebilecek bir Türkiye’de nelerin olabileceğini görebilirsiniz.
Günlük hayatta kadının yerinin evi olduğunu düşünüyorlar. Kadın çocuk doğurmalı ve evde çalışmalı, kocasına hizmet etmeli. Bunu yaparken kocası tarafından hatalı görülürse dövülebilir, şiddete uğrayabilir. Buna sesini çıkarmamalı, oturup nerede hata yaptığını düşünmeli ki kocası bir kez daha onu döverek uyarmak zorunda kalmasın.
Nisa Suresi 34. Ayetinin Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan meali şöyle:
“Allah’ın, (iki cinse) birbirinden farklı özellik ve lütuflar bahşetmesi ve mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. Sâliha kadınlar Allah’a itaatkârdır; Allah’ın korumasına uygun olarak, kimsenin görmediği durumlarda da kendilerini korurlar. (Evlilik hukukuna) baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve onları dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.”
Bundan sonrası sadece yoruma bağlı.
Kimi tefsir burada sözü edilen “dövün” kelimesinin, günlük hayatta anladığımız anlamda olmadığını söylüyor. Peygamber’in kadınları dövenlere “hayırsız” dediğine dikkat çekiyor. Kimisi yüzüne değil de kaba etlerine filan vurularak dövülmesini öneriyor. Kimisi yumuşak bir maddeyle dövülmesini uygun buluyor vs.
Özlem Hanım’a yönelik linçin nedeni bu.
Ve öyle görünüyor ki AKP yönetimi, Erdoğan’ın “ne olursa olsun, yeter ki seçileyim” çabası nedeniyle, bir avuç tarikatçı ve aşırılıkçıyı tatmin etmek için bu kanunun kaldırılabileceğine ilişkin ümit veriyor.
Bu bir yandan işlerine de geliyor çünkü esasen onların zihni arka planlarında da kadınların eşleri tarafından gerekli görüldüğünde dövülebileceğine ilişkin bir inanç var.
Berat Albayrak’ın bile korsanlar tarafından açığa çıkarılan e-postalarında, eşine Nisa Suresi’ni hatırlattığını unutmayalım.
Bu kanunu kaldırmaya yeni dönemde seçilecek Meclis’teki güçleri yeter mi, yetmez mi, bugünden bir şey söylemek zor.
Ancak Özlem Hanım’ın uğradığı linçin ardından “Ben tartışılmaz demedim. Keşke daha seviyeli, insani, İslami bir ortamda tartışabilsek” diye ilk söylediği sözü geri alma çabası içine girdiğine de dikkatinizi çekmek isterim.
Özlem Hanım ve partisindeki kadınların sorunu da bu: Kadını değersiz gören, ikinci sınıf bir varlık olarak algılayan bir erkekler güruhunun içinde siyaset yapmaya, var olmaya çalışıyorlar.
Bilmiyorum böyle olaylar, gözlerini açmaya yeterli olur mu?
Sütçü İmam Üniversitesi’nin bilimsel çalışmalar yürüttüğü bir arazinin, TOKİ tarafından konut yapılma üzere yok edilmesi ile ilgili olarak yazdığım yazıdan sonra aynı üniversitede görevli bir akademisyenden e-posta aldım.
Tahmin edebileceğiniz nedenlerden adını veremiyorum.
Sadece bu bile Türkiye’ye nasıl bir deli gömleği giydirildiğini gösteriyor aslında.
Akademisyenlerin özgürce görüşlerini açıklayamadıkları bir üniversite ortamına ne kadar “üniversite” denilir bilemiyorum.
Bu mektup, bölgedeki diğer üniversitelerde görevli bilim insanlarımızın nasıl bir ortamda çalışmak zorunda kaldıklarını gösterdiği için de önemli.
İlgililerin ilgisini çekebilir miyim, göreceğiz.
“Üniversitemizin arazisinin TOKi için verilmesinin derin üzüntüsünü yaşıyorum. Akademisyenler olarak kendi alanımızla ilgili hiçbir sözümüze kulak verilmediğini bir kez daha bu depremi yaşayarak görmüş durumdayım. Ülkede tüm sistemlerde olduğu gibi eğitimde olan depremi ve yıkıntıyı konuşmaya kalksam uzun sürer ve artık yoruldum.
Genç bir akademisyen olarak pandemide yapılan uzaktan eğitimin hem bizde hem öğrencilerimizde telafisi çok zor kayıpları oldu. Bugün ise size yazma sebebim hem deprem hem de eğitimle ilgili.
Depremin üzerinden neredeyse kırk gün geçti. Benim evim ağır hasarlı, evimden pijamalarımla, sadece arabamın anahtarını ve cüzdanımı alarak çıkabildim.
Sonraki süreçleri zaten hepimiz yaşadık ve izliyoruz. Şu anda şehir dışında ailemin yanına geldim.
Maraş’a depremden 15 gün sonra dönüp, buranın altını çiziyorum “kıyafetlerimi, bilgisayarımı ve özel bazı eşyalarımı almak üzere ağır hasarlı evime girdim”.
Bunu eğitimli bir üniversite hocası olarak mecburen yaptım. Çünkü çocuğum ve ben tam anlamıyla pijamalarımızla dışarıdaydık ve okul açılacaktı, online ders yapacaktık.
Kendi üniversitem depremin 6. günüydü yanılmıyorsam instagramdan göreve çağırdı bizi, sonra o paylaşımı sildi ve resmi yazı ile çağırdı, gidemedik elbette.
Ağır hasarlı evimden alabildiğim bilgisayar ve kıyafetlerimle beraber aile evime geldim. Kitap yok, not yok... O bölgede herkes depremzedeyken, evini ve eşyalarını kaybetmiş ölümle burun buruna gelmiş çok sayıda (yüzlerce hoca aynı durumda, evler ya yıkıldı ya ağır hasarlı) üniversite hocası depremzede değildi.
Kimse bana halimi hatırımı sormadı, depremden 20-25 gün sonra sağ / ölü, evin durumunu soran bir form doldurduk gerçi haklarını yemeyelim.
6 Mart’ta biz de diğer üniversitelerden bir hafta sonra online eğitime geçtik.
Ben çeşitli yayınevlerinden kitaplar istedim, kimi kitapları ücretli temin ettim, evde internet yoktu internet bağlattım.
Herkes ne yaşadıysa biz de aynısını yaşadık. Kimimizin evleri yıkıldı, çoğu ağır hasarlı, arkadaşlarımızı kaybettik. Öğrenciyi konuştuk, online eğitimi konuştuk ama sanki biz orada değildik, bütün hocalar deprem bölgesinin dışındaydı deprem olurken...
Ne desem bilemiyorum. Bunları yazarken utanıyorum da canımız sağ ne de olsa, şikâyet eder gibi geliyor... Ama ölmek mi gerekiyordu? Çok insanca bazı şeyleri düşünebilmek için.
Hayat devam etmeli, ediyor da. Zoom üzerinden danışmanı olduğum öğrencilerle görüştüm okul açılmadan, 40 öğrencinin yarısı ancak katıldı. Hepsi bir yerde, kendimi unuttum onlara üzüldüm, meslek eğitimleri pandemiye ve depreme kurban gitti, depremle de bir sürü acı yaşadılar. Herkes perişan özetle...
Peki ne yapılıyor. Eylül’de okul açılır mı diyorum? Ama şu anda hiçbir şey yok duyduğumuz. Açılmayacaksa nasıl olacak diyorum? Yine mi online? Maraş'a dönsem ev yok, sağlam kalanların kiralarını hayal dahi edemiyorum, bir de bu korkuyla o koca apartmanlara bir daha nasıl girerim onu da bilmiyorum.
Ben burada ailemin yanında mı devam edeyim? Ev tutsam (mecbur eşyalı, kiraları söylemiyorum zaten) kaç aylığına tutayım, bu süre belirsiz. Tamam çok yıkıldık evet ama hiçbir planımız yokmuş yani diyorum. Ama şimdi online ders için kafamı toplayıp bir video çekmeliyim, çok şükür ki dersler asenkron…”
Mehmet Y. Yılmaz kimdir?Mehmet Yakup Yılmaz, 1956 yılında Malatya'da doğdu. İlkokulu Antalya Devrim İlkokulu'nda, orta okul ve liseyi parasız yatılı olarak Denizli Lisesi'nde okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü'nden 1977 yılında mezun oldu Gazeteciliğe SBF öğrencisi iken 1975 yılında Ankara'da Mehmet Ali Kışlalı yönetimindeki Yankı Dergisi'nde başladı. Derginin Yazı İşleri Müdürlüğü görevini de bir süre yürüttü. 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde Türk İş'e bağlı Yol İş Federasyonu ve YSE - İş sendikalarında basın müşaviri olarak görev yaptı, sendika gazete ve dergilerini yayınladı Askerlik görevini Kara Harp Okulu'nda tamamladıktan sonra İstanbul Gelişim Yayınları'nda mesleğe döndü. Gelişim Yayınları'nda Erkekçe ve Bilim dergilerinin Genel Yayın Müdürü Yardımcılığı ve ardından Gelişim TV Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği görevlerinde bulundu 1985 yılında Hürriyet'e geçti ve Hürriyet Dergi Grubu'nu kurdu. Tempo, Blue Jean, Playmen gibi dergileri yayınladı. Daha sonra Dönemli Yayıncılık Genel Müdürlüğü görevine getirildi. Ercan Arıklı ile birlikte Dönemli Yayıncılık'ın 1 Numara Yayıncılık'a dönüşmesi sırasında Genel Müdürlük görevini üstlendi. Aktüel, Cosmopolitan, Penthouse, Oya gibi dergilerin kurucu genel yayın müdürü oldu. Bugüne kadar 30'u aşkın derginin kuruculuğunu yaptı. 1995 yılı başında Posta gazetesini yayınladı. Aynı yılın sonunda Fanatik gazetesini, 1996 yılı sonunda da Radikal gazetesini kurdu, genel yayın müdürlüğünü yürüttü. 2000 yılında Milliyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğü görevine getirildi. Bu görevi 5,5 yıl sürdürdükten sonra Doğan Burda Dergi Grububu'nun CEO'luğu görevini üstlendi. 2005 yılından 2018 Eylül ayına kadar Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Ekim 2018'den itibaren T24'te yazmaya başladı. Gazete köşe yazılarından derlenen "Kırmızıyı Seçtim, Aşk Mavinin Altındaydı", "Benden Selam Söyleyin Bütün Aşklarıma", "Aşktan Sonra Hayat Var Mı", "Şaşırma Duygumu Kaybettim, Hükümsüzdür" isimli kitapları yayımlandı. "Aşk Herşeyi Affeder mi" isimli uzun hikâyesi de kitap olarak yayınlandı. "Türkiye medyasında en çok yayın başlatan gazeteci" olan Mehmet Y. Yılmaz, güncel politik gelişmelerin yanı sıra, deneme tarzındaki yazıları ile futbol üzerine yaptığı yorumlarıyla da biliniyor. |