Recep Tayyip Erdoğan ki kendisi hem bu ülkenin Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyor, hem de önemli bir partinin genel başkanı; hafta başında Burhan Kuzu'nun cenazesinde şöyle konuştu:
"Her nefis ölümü tadacaktır. Bu sadece Burhan Hocamız için geçerli değil. İşte son İzmir'de yaşanan hadise ortada. 80'e yakın vefat var. Bunların hiçbirisinin böyle bir akıbetle imtihan olacakları akıllarından belki de geçmiyordu. Ama işte geldi ve yakaladı."
İmam hatipte okuduğu yıllarda "kaza-kader" faslında derslerle ne kadar ilgiliydi, bilemiyorum tabii.
Ancak bu sözlerini dikkate alacak olursak, meseleye yüzeysel yaklaştığını söyleyebilirim.
Mesela Hazreti Ömer'in, veba salgını yaşanan Şam'a girmeden geri dönmesi olayını tekrar okumasında yarar var.
Ya da Hazreti Ali'nin "kaderin insanları mecburiyet altında bırakmadığını ve fiillerini hürriyet içinde gerçekleştirdiklerini" söylediğini, "aksi takdirde mükâfat veya ceza uygulamasının adalet ilkesiyle bağdaşmayacağını" anlattığını da hatırlatayım.
Sanıyorum o yıllarda bizim "düz lise" eğitimi, bu konuda imam hatiplerden daha iyiymiş.
İzmir'de hayatını kaybeden vatandaşlarımızın sorumluluğunu kaza-kaderin sırtına yıkarak, yürek ferahlatma çabası içine girmiş gibi görünüyor bu tutumu.
Böylece devleti yönetmekten kaynaklanan sorumluluğundan da kurtulmak peşinde.
İzmir'de çöken binaların altında hayatlarını kaybedenler Allah tarafından imtihana tutulmuş değillerdi.
Öldüler, çünkü yaşadıkları binalar çürüktü.
Devleti yönetenler üzerlerine düşen sorumluluğu yerine getirmiş olsalardı, kimse ölmezdi.
18 yıldır tek başına ülkeyi yöneten ve yüz milyarlarca dolarlık özelleştirme yapan, bu paraları belli bir müteahhit grubuna paylaştıran bir iktidarın, deprem bölgelerindeki çürük binaları yenileyememiş olmasından öldü o insanlar.
Onun için suçu şimdi kaderin üzerine atmak yakışık almıyor.
O ölümler, göz göre göre gerçekleşen cinayetlerdi, seyreden de devleti yönetme sorumluluğuna 18 yıldır sahip olan Recep Tayyip Erdoğan'dı. Bu kadar net!
Önünde şimdi bir fırsat var: Yaklaşan İstanbul depremi için çürük binaları hızlıca yenileri ile değiştirmek!
"Akıbetin gelip yakalaması" konusuna gelince: Gerçekten gelip, yakalayabilir de!
Kılıçlı İmam, sanki kendisi o hesabı vermekten kurtulacakmış gibi konuşmuştu.
(Okumamış olanlar için yazının linki burada: Tweet atan sapıklardan daha tehlikeli.)
Kul hakkı yiyen, insanları suçsuz yere hapislerde tutan, görüşlerini beğenmediği insanları açlığa mahkum eden siz muktedirler: Ahiret hayatına hazır mısınız?
Helal edilmemiş kul hakkıyla akıbetin gelip yakalayabileceğini hiç düşünüyor musunuz?
Covid-19 salgını başladığında, yurt dışında okuyan öğrencilerin mağduriyetlerinin önün geçmek için YÖK bir karar almış: Yurt dışında okuyan öğrenciler, denklik aranmaksızın Türkiye'deki bir yüksek öğretim kurumuna yatay geçiş yapabilirler.
Ve şimdi öğreniyoruz ki bu haktan yararlanan bazı öğrenciler, Türkiye'deki üniversite sınavında girmeye hak kazanamadıkları, yüksek puanlı bölümlere kayıtlarını aktarmışlar.
Çoğunluğun tercihi tıp olmuş gibi görünüyor. Bunun dışında yüksek puanla girilebilen gözde bölümlere de kayıtlar yapılmış.
YÖK Başkanı, yapacak bir şey olmadığını, idari mahkemelerin "kazanılmış hak" nedeniyle, kayıt silinmesini kabul etmediğini söylüyor.
YÖK Başkanı, böyle diyor ama aslına bakarsanız yapılacak şeyi en başında yapmış olmalıydı.
Yani yayınladığı kararda "denklik aranmaksızın" yazmak yerine, herkesin hak ettiği bölüme kaydını aktarabileceğini yazmış olsalardı, sorun çıkmayacaktı.
YÖK'te bu tür kararları okuyup, sakıncalarına, açıklarına dikkat çekecek bir hukuk birimi yok muydu, merak ettim.
Varsa da ya siyasi kayırmacılıkla ehliyetsiz kişilerin elinde ya da söyledikleri dinlenmiyor.
Öte yandan bunu hukukçu olmasına gerek kalmadan her hangi bir YÖK üyesi bile öngörebilirdi.
Türkiye'de yaşadığımız için kuşkulanmakta haksız sayılmayız: Acaba bu karar belli bazı kişilerin çocuklarına bir avantaj sağlamak için alındı da açılan delikten başkaları da mı yararlandı?
Bunu öğrenebilmek için ciddi bir soruşturma gerekir tabii ama bunun da yapılmayacağını şimdiden söyleyebilirim.
Ve asıl sorun da şu ki, bu tür "uyanıklıklar" bizim memleketimizde artık sıradan bir durum sayılıyor.
Hatta yapmayana ahmak gözüyle bakılıyor.
"Gemisini yürüten kaptan" atasözünün durduk yerde çıkmadığını düşünmek gerek.
Söze gelince dürüstlük en büyük ilkemizdir ama her fırsatını bulan, gemisini yürütmeye çalışır.
Toplumca üzerinde ciddiyetle düşünmemiz gereken bir ahlaki bunalıma işaret ediyor bu.
Düşünün, bu çocuklar okumayı hak etmedikleri bir dalda üniversiteyi bitirip, hekim, hakim, savcı, avukat vs. olacaklar.
Onlara ne kadar güvenebileceğiz?
Daha yolun başında, kendilerini ahlaki değerlerle bağlı görmeyen gençlerin, yetiştiklerinde nasıl tipler olacağını gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz?
Böyle garip deyimlerimiz var, bu da onlardan biri: Bir şeyin dedikodusunun çıkmasının, gerçekleşmesinden daha kötü olduğunu anlatıyor.
Anlaşılan o ki Dışişleri Bakanlığı da artık bu yolda ilerleyecek.
Avrupa Birliği'nin Türkiye ile ilgili ilerleme raporları Türkçeye çevrilir ve Dışişleri Bakanlığı sitesinden de bunlara ulaşılabilirdi.
AB'nin 2020 Türkiye İlerleme raporu ise Türkçe'ye çevrilmedi. Bu ilk kez yaşanan bir durum.
AB'nin raporunda Türkiye'nin notunun hiç parlak olmadığını biliyoruz. İnsan hakları ihlalleri, özgürlük kısıtlamaları gırla gitti, gitmeye de devam ediyor. Yargının bağımsızlığını tamamen yitirmesi gibi ayrıntılar da cabası.
Dışişleri, raporu değiştirtemiyor ama Türkçe'ye çevrilmesini engelleyerek, Türklerin bundan haberdar olmasını önleyebileceğini düşünüyor.
En ilginci de Anadolu Ajansı ve TRT'nin bu konudaki haberi veriş biçimleriydi.
İnsan hakları ihlallerinden, bireysel özgürlüklerden hiç söz etmeden haberi şu şekilde yayınladılar:
"Avrupa Birliği (AB) Komisyonu tarafından hazırlanan 2020 Türkiye İlerleme Raporu'nda, Türkiye'nin Kovid-19 ile mücadelesine ilişkin olumlu tespitlere yer verildi."