Kaybedilmek İstenen İnsanlığımızdır…
“Yeri kana, göğü feryada doymayan bu diyarda, 499 haftadır İstanbul’un en işlek yerinde Cumartesi Meydanı’nda oturuyorlar. Aslında oturmaya, bundan 1013 (bin on üç) hafta önce 27 Mayıs 1995’te başladılar. Devletin, gözaltında kaybetme politikasıyla yönetildiği günlerdi. Başlangıçta beş altı kayıp yakınıydılar. Umutsuzluklarını, yaşadıkları belirsizlikleri bir araya gelerek, paylaşarak mücadeleye dönüştürdüler. Çoğaldılar, zira çoktular. Talepleri çok netti:
1) Bir daha kimse gözaltında kaybolmasın.
2) Kayıpların akıbeti açıklansın
3) Kaybedenler yargılansın.
O zamanlar oturmak da pek kolay değildi. 15 Ağustos 98’de 170. haftada devletin sabrı taşmaya başladı. 30 hafta boyunca, dağıtma, polis şiddeti ve gözaltılarla boğuştular.
Nezarethane’de oturmaya dönüşen cumartesiler travmanın artarak tekrarlanmasına sebep oluyordu. Sürdürülemez durum karşısında 13 Mart 99’da, 200. haftada ara vermek zorunda kaldılar.
Devletin bir zelil yöntemi teşhir edilmiş, gözaltında kaybetme yöntemi büyük ölçüde terkedilmek zorunda kalınmıştı. Bazı aileler kayıplarının akıbetini öğrenme “şans”ına eriştiyse de çoğu için bu gerçekleşmedi. Adaletin kalan kısmı ise hak getire...
Yani kendilerinden çok bize faydaları dokundu. Gözaltında kaybolmamızı engellemiş oldular.
Ergenekon yargılamaları ile birlikte, yargılamanın 12 Eylül dönemi ve 90’lara uzanma ihtimalinin belirdiği günlerde, yeniden oturmayı ve yarım kalan adalet talebini hatırlatmayı görev bildiler. 31 Ocak 2009’da tekrar oturdular.
Sorumluluk makamındakilerse, adalet yerine gözyaşlarını, ne demekse “acı paylaşımları”nı koymaya çalıştılar. Ardından adalet gelmeyince, acılarının suistimal edildiğini düşünmemiş olabilirler mi? Helalleşme adlı hileli terazilere, adı konmamış gizli aflara karınları tok. Talep ettiklerinin tek bir adı var, sıfatsız, sanatsız tek bir adı... ADALET...
Tekrarlayalım; istenen öncelikle kayıplarının akıbeti... Akıbet dediğimiz de çoğunlukla KEMİK... Ayıp... Sonra ise suçun cezasız kalmaması. Devlet Baba’nın kendi çocuklarını adalete teslim etme, çocuklarından geri kalanı da Cumartesi Anneleri’ne teslim etme zamanı çoktan geldi de geçiyor.
Suçsuz yere ceza çekenler, kimi zaman cezalarının suçunu ararlar. Sokağa çıkıp, kırdıklarında, döktüklerinde, keşke yapmasalar diye geçiriyorsunuz ya bazen içinizden; onlara yapma diyebilecek tek ses ADALET’in sesidir. Onlar 499 haftadır hiç yakıp yıkmadılar. Adalet, Cumartesi Meydanı’na konuşarak işe başlarsa, o ses her meydandan duyulur. Hiç endişeniz olmasın.
Cumartesi Anneleri ve Cumartesi İnsanları, 25 Ekim Cumartesi günü 500 haftadır oturuyor olacaklar. 500 haftadır kayıplarını arıyor, 500 haftadır adalet arıyor olacaklar. Aslında 500 haftadır bizi arıyor, bizi soruyorlar.
Elimizde bir dal kırmızı karanfille, saat 12:00’de yanlarında durabilelim hiç değilse. Seslerini çoğaltalım. Bu Cumartesi ve her Cumartesi...”
Bu çağrıya ses verelim
Yukardaki çağrı mütevazi biçimde başlayan ama 499 haftadır aynı kararlılıkla sürdürülen mücadelenin sesi olan annelerin çağrısıdır.
Bu çağrı son 20 yılın da bir anlamda demokrasi tarihinin çağrısıdır.
Bu çağrı bir adalet, bir vicdan çağrıdır.
Çocukları, yakınları kaybedilenlerin çağrısıdır.
Bu çağrı, otoriter devlete 500 haftada meydan okumaya davet eden bir çağrıdır.
Bu çağrıya ses vermek vicdan borcudur.
Bizden basit bir şey istiyor annelerimiz: “Elimizde bir dal kırmızı karanfille, saat 12:00’de yanlarında durabilelim hiç değilse. Seslerini çoğaltalım. Bu Cumartesi ve her Cumartesi...”
İnanın çok şey değil bu.
Gezi protestoları süreci ardından gelen 17-25 Aralık operasyonları süresi boyunca yazdıklarımdan ve ekranlarda söylediklerimden dolayı işsiz kaldım.
T24'ten Doğan Akın, bana bu sütunu açarak düşüncelerimi sizlerle paylaşma imkanı verdi. Bu fırsattan dolayı kendisine ne kadar teşekkür etsem azdır. Burada gerçekten özgürce ve dilediğimi yazdım. Çok olumlu dönüşler, düşüncelerime yeni pencereler açan yaklaşımlar, dönüşler oldu. Bunun içinde tüm okuyucularıma teşekkür ediyorum.
Türkiye'de yazılı basın üzerindeki tüm baskı ve zorluklara rağmen 29 Ekim'de yayın hayatına yeni bir gazete başlayacak: Millet.
Bundan böyle haftada 3 gün Millet Gazetesi'nde yazacağım. Bu T24'deki düzenli son yazım.
Buradan bir kez daha başta okuyucularım olmak üzere, Doğan Akın’a, görmediğim ama hep saygıyla anacağım editörlerim Ali Aslangül, Ozan Darıcı ve Ahmet Küçük'e ve yazılarıma her anlamda katkı sunan ve hala karşılıklı çay içemediğimiz Necati Ort’a ilgi ve sabrından dolayı teşekkür ediyorum.
Sürçü-lisan ettiysek affola.
Düşünmeye, yazmaya devam edeceğiz. Sadece kendimiz için değil, geleceğimiz olan çocuklarımız için.
Bizi yalnız bırakmayın.
@murataksoy