Türkiye’den Libya’ya gidecekler (hepsi 'asker' olmayacak, anlaşılan) 'peyderpey' gidecek denmişti. Bu sabah ilk postanın yerine vardığını yazıyor gazeteler. Otuz küsur kişi gitmiş.
Arkası da gelecek belli ki.
Bizim böyle asker göndererek ve başka biçimlerde yardımcı olduğumuz 'Libya'nın (böyle diyorum çünkü bugünlerde birden fazla 'Libya' var) çok parlak durumda olmadığı anlaşılıyor. Bizim yardım ekibinin oraya ulaşmasıyla aynı zaman dilimine rastlayan bir haber de Trablus yakınlarında bir kentin (Sirte) General Hafter’in kuvvetlerinin denetimine geçtiği üzerineydi. Bu kentin stratejik bir önemi olduğu söyleniyor. Geçenlerde 'New York Times'ta Türkiye’nin Libya’daki silahlı çatışmaya katıldığını bildiren yazıda da Trablus rejiminin gidişatının iyi olmadığı söyleniyordu. Gidişatı iyi olmayabilir ama 'kalbi' iyi; daha doğrusu bizim buradaki iktidar açısından iyi, çünkü 'İhvan' çizgisinde.
Mısır’daki 'kardeşlerimizi' iktidarda tutamadık; Suriye’de iktidara yaklaştıramadık dahi. Libya’nın bir kısmında 'iktidar' oldular ama işte, görüldüğü gibi, bu iktidar çok sağlam görünmüyor.
Suriye’de 'müttefikimiz' olarak görünen Rusya Libya’da düşmanımız olan Hafter’i destekliyor. İhvan’ın varlığından hiç hazzetmeyen Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri de öyle. Galiba ABD de öyle. Bu, Türkiye’nin Libya’nın geleceğine yaptığı yatırımın uzun vadeli yararını şüpheli hale getiriyor. Yatırımın İhvan iktidarını ayakta tutmaya yetip yetmeyeceğini göreceğiz.
Türkiye’de muhalefet "Libya’da ne işimiz var?" diyor. İktidar da buna cevap yetiştirmeye çalışırken sık sık tarihe başvuruyor -Örneğin Mustafa Kemal’in Libya’ya çarpışmaya gittiğini vurguluyor. Karışık bir konu bu. Tabii ilkin hesaba katılması gereken şey, o tarihte Libya’nın resmen 'Osmanlı toprağı' olması. Gene de, var olan koşullarda, oraya giden askerler resmi görevle gitmiyor, Osmanlı 'devleti' tarafından görevlendirilmiş değiller. 'Trablus' derken On İki Ada’yı da kaptıran Osmanlı devleti İtalya ile 'savaş hali'ni sürdürmek istemiyor. Ancak, o günün koşullarında Libya olayının belirli 'kalıcı' etkileri olmuş. Bunların başında 'Teşkilat-ı Mahsusa'nın kurulmasını sayabiliriz. Neredeyse Enver’in özel istihbarat organı olarak kurulan bu örgüt sonraki yılların en etkili kuruluşlarından biriydi ve Cumhuriyet tarihi boyunca da adını değil ama işlevini devam ettirdi.
Lausanne’ın maddelerinden biri Türkler’in bir süreden beri İtalya’nın egemenliğine girmiş olan Libya’dan elini çekmesini öngörür. Demek Teşkilat-ı Mahsusa aradan geçen on küsur yılda orada bir şeyler yapmaya devam etmiştir.
Gel gelelim, Libya olayının taze olduğu zamanda bile bizim orada işimizin ne olduğu çok belli değildir. Tarık Zafer Tunaya Libya’daki Türk varlığını şöyle anlatıyor: "Bir sabah İtalya’nın notası ile karşılaşıldı, fakat Osmanlı İmparatorluğu Libya için hiçbir şey yapmamıştı. Bilindiği gibi Trablus Limanı Abdülhamid’e verilmiş bir imtiyazdı. Fakat bir taş bile koymamıştır Abdülhamid bölgeye. Ondan sonra İstanbul’dan bin mil uzakta tamamen kendi başına terkedilmiş ve savaş açıldığı zaman valisi bile olmayan bir vilayetti burası. Yirmi bin kişi İtalyanca konuşuyordu. İtalya orada 12 okul açmıştı, bunların iki tanesi yüksek okuldu. Osmanlı İmparatorluğu oraya nasıl gideceğini düşünüyordu."
Libya olayı, Balkan Harbi’nin hemen öncesinde, oldukça 'akıldışı' bir milliyetçiliğin doğuşunda (şimdi büyük ölçüde unutulan) bir etki yaratmıştı. Bu da günümüzde devam eden bir olaydır. Yani Libya azımsanmayacak politik sonuçlara kapı açmıştır. Buna karşılık Tunaya’nın anlattığı (Abdülhamid’i de kapsamına alan) ihmal bu uzak bölgenin gitgide ağırlaşan 'var olma' sorunlarıyla cebelleşen Osmanlı devletinin gözündeki gerçek ve gerçekçi önemini gösteriyor. "Oraya nasıl asker göndeririz?" sorusunu sorduran -ve bir Türk nüfusun da yaşamadığı- bir bölgenin önemi!
Yani resmen 'kendi toprağımız' olduğu zamanda bile Libya’nın bizim için 'özgül ağırlığı' bu derecedeydi.
Yani 'Libya’da ne işimiz var?' sorusu o zaman dahi geçerli bir soruydu (bizim varlığımızın sorgulanmaya açık olması İtalya’nın geçerli bir işi olduğu anlamına gelmiyor elbette).
Ama zaten bizim Libya’da çok önemli bir işimiz yok. Onun için iktidarı eleştirmek üzere sorunu Libya’ya sıkıştırmak çok anlamlı değil. Libya ile 'işimiz' Kıbrıs’la ve Doğu Akdeniz’le ilgili. Hep bildiğimiz gibi buradaki 'komşular' bizim varlığımızdan hoşnut değiller ve Libya ile ittifak bunun için gerekli ya da yararlı görüldü.
'Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti' diye bir devlet Türkiye dışında herhangi bir devlet tarafından tanınmış değil. İlanında da Pakistan’dan başka tanıyan olmamıştı. Dolayısıyla "Nasıl olsa tanınmıyor. Siz de kendinizi sıkıntıya sokmayın" demiştik Pakistan’a. Akdeniz’in siyasi haritasını böyle çizince Türkiye’nin oralarda petrol aramaya çıkması tartışmalı hale geliyor.
Yunanistan’la aramızdaki 'karasuları anlaşmazlıkları' vb. tartışma kaldırır konular. Herhalde öyle olduğu için Türkiye’nin bunlara karşılık 'casus belli' tavrı sertliğine rağmen bir şekilde kabul ediliyor. Ancak Kıbrıs’la ya da Yunanistan’la çözülecek sorun varsa bence sorun onlarla çözülmeli -Libya’yla değil. Bunun kolay bir iş olduğu söylenemez çünkü ağır bir 'sorunlar birikimi' oluşmuş. Ciddi bir tavır ve felsefe değişikliği gerekiyor (iki tarafta da); ama bu değişikliği gerçekleştirmek Tayyip Erdoğan’dan beklenecek bir şey değil.
Tayyip Erdoğan geçenlerde Selahattin Demirtaş’ın söylediği gibi, karşılaştığı her sorunda 'askeri' bir çözüm aramaya başladı. Bu tavrını değiştirmesini beklemek için bir neden yok. Ayrıca, Erdoğan’ın bir başka üslubu göze çarpıyor: bir soruna 'çözüm' olmak üzere bir başka sorun yaratmak. Bu yöntem sonuç olarak herhangi bir sorunu çözmüyor; sadece sorunları çoğaltıyor. Örneğin şu saçma sapan 'kanal' konusu da sanki böyle bir işe yaramak üzere icat olundu (bu, Erdoğan’ın projeyi ciddiye almadığı anlamına da gelmiyor). Şimdi Erdoğan, dış politika alanında, Doğu Akdeniz’de petrol üstüne bir karar verdi. Buna itiraz etmesi beklenenlerle sorunu çözmek üzere bir girişimde bulunmadı, Libya ile kuracağı ittifaka bel bağladı. Böyle olunca gündeme 'Libya sorunu' eklenmiş oldu. Ekleye ekleye gidiyoruz.
Böylece sorunlar büyüyor ve çoğalıyor, sorunlar çoğaldıkça 'ilgili taraf' sayısı arıyor ve bunlar kural olarak 'düşman' safında yer alıyor. Yakın müttefiki MHP’nin pek sevdiği "Türk’ün Türk’ten başka dostu yok" sloganını gerçek durumun özeti haline getirmek için canla başla çalışıyor Erdoğan.
Cümlemize 'kolay gelsin'!