“Türkiye yönetilemiyor” cümlesi sık sık kullanılır oldu. Her yerde, her an, karşımıza çıkıyor. Niçin ve nasıl yönetilemiyor? Çünkü bu iki kelimelik cümle halkın çok dikbaşlı ya da çok disiplinsiz olduğunu, toplumun anarşik geleneklerinin yönetişime imkan bırakmadığını anlatmak için de söylenebilir. Ama bunların hiçbirinin geçerli olmadığı belli. Tam tersine, gereğinden fazla “yumuşak başlı” bir toplum bu. Otoriteyle çatışma geleneği kuramamış bir toplum.
“Türkiye yönetilemiyor” diyenler, “yönetenler”in yönetme becerisine sahip olmadığını anlatmak için bu cümleyi kuruyor ve söylüyorlar. Bu da, Türkiye’nin dünyada bir eşi benzeri bulunmayan “başkanlık sistemi”ne geçişinden sonra böyle sık sık söylenir oldu. Onun için yöneten”ler” demek de doğru değil belki. “Yöneten yönetemiyor” demek daha gerçekçi olabilir.
Ekonomiden başlayalım. Burada en belirgin olduğu için her şeyden önce akla gelen olgu Cumhurbaşkanı’nın faiz ve enflasyon hakkındaki kendine özgü görüş ve uygulamaları. Bir ara, “Ekonomi benim bildiğim alandır” mealinde bir şey söylemişti ama asıl mahareti sanki “sihirbazlık” alanındaydı çünkü iki cümle söylemekle doları birkaç basamak yukarı çıkarmayı başarıyordu.
Ekonomi karmaşık ve karışık bir iş. Enflasyon, stagflasyon gibi öteden beri aşina olduğumuz durumlar bu karışık alanın fenomenleri. İstihdam ve işsizlik de gene bu alana giren önemli konular ve bu alanlarda da Türkiye’nin, dolayısıyla yönetimin “başarı”larını görebiliyoruz. “Tarım politikası” elbette ekonominin konusu, “başarı” burada da kendini gösteriyor. Bir “yapı değişikliği” olarak nitelenecek boyutlarda bir değişim geçiriyoruz ve bir tarım ülkesi olan Türkiye kendini doyuramayacak bir ülke haline geliyor. “Tarım ülkesi” olmaktan çıkarken hani bir “sanayi toplumu” mu oluyor? Yoo, öyle bir şey de söz konusu değil. Türkiye bir “inşaat toplumu”. “Kanal İstanbul” gibi görkemli projeleri olan bir inşaat toplumu.
Şu son günlerde Türkiye başına gelenlerden sorumlu değil. Örneğin salgın… Virüsü biz icat etmedik. Bütün dünyayı kasıp kavuran bela bize de bulaştı. Ama bundan sonra olanlardan elbette ki biz sorumluyuz. Dünyadaki bütün ülkelerin “ideal” denecek şekilde durumu teşhis ettiğini, tedbir aldığını, direndiğini söylemek mümkün değil. Herhalde ileride, neyin ne olduğunu daha net göreceğimiz ve değerlendirebileceğimiz bir zamanda kimin gerektiği gibi davrandığını, kimin böyle davranmadığını daha iyi anlayacak duruma geleceğiz. Bu olay karşısında Cumhurbaşkanı - muhtemelen bu onun “uzman” olduğu alana girmediği için - yorum yapmadı (yani Trump ya da Johnson ya da Bolsonaro gibi saçmalamadı). Ama Türkiye’nin pandemi karşısında gerekli her şeyi yaptığını söylemek de mümkün değil. Başka konularda, sorunlarda da sık sık olduğu gibi çelişen ya da düpedüz yanıltan demeçler kargaşası baş göstermekte gecikmedi. Ama asıl önemli sorun aşı konusunda kendini ortaya koydu. Aşı gecikti. Ciddi ölçüde, tehlike yaratacak ölçüde gecikti. “Açılma/kapanma” kararlarının zamanlaması (bu arada ilk kapanmanın üslubu) şaştı. Aşıda gecikme hala devam ediyor. Hala çok fazla sayıda insan aşı olmamış ya da gereken sayıda açı olmamış durumda. Birtakım nedenlerle aşı olmaya ilkesel itirazı olan kişilerin sayısının bir hayli kabarık olduğu izlenimi ediniyoruz. Bunun niçin böyle olduğunun da bir açıklaması yok.
Bu pandemi karşısında “tıbbi” çerçevede kalan arızaların yanı sıra altüst olmuş ekonomik koşullara karşı herhangi bir yardım yapılamaması da son derece önemli. Hastalıkla ilgisi olmayan nedenlerle ekonomi zaten tepetaklak olmuştu. Bu bozukluk doğal olarak virüsün yarattığı yıkıcı etkilerle birleşti. Zaten gündemde olan “125 milyar nereye gitti?” sorusunun ciddiyeti ve ağırlığı adamakıllı arttı.
Pandemi gibi sel felaketini de AKP iktidarının başlattığı söylenemez. Ama burada tedbirsizlik ve hazırlıksızlık daha da çarpıcı, çünkü selin yarattığı yıkımın büyümesine katkıda bulunan insan emeği ürünü çok daha geniş bir yer tutuyor. Dere yataklarına bina yapmak gibi sonu başından belli davranışlara karşı tedbir olarak Cumhurbaşkanı’nın “yapmayın” demesi dışında bir şey yok. Ülkenin bu bölgesinde sel beklenmedik bir şey değildir, birkaç yılda bir ortalığı birbirine katar.
Neyse ki Cumhurbaşkanı “vaka mahalline” çabucak yetişti ve evini, ürününü v.b. kaybeden halka çay dağıttı.
Şimdilerde, felaketler dizisinin son halkası orman yangınları. Gene insan iradesinden bağımsız olarak ortaya çıkan bir felaket. Gel gelelim, Doğu Karadeniz’de nasıl sel yerel insanların tanıdığı ve sık sık karşılaştığı bir afet ise, özellikle Akdeniz-Ege bölgesi de orman yangını görmeye alışıktır. Geniş orman alanlarının yanarak yok olmadığı bir yaz geçmez. Bu yaz bu felaketin böylesine yaygınlığı insanları şaşırtacak boyutlara vardı. Ancak, bu yaygınlığın boyutları genişse, tedbirsizliğin boyutları da aynı derecede geniş. Malum, belirli bir şiddette bir orman yangını söz konusu olduğunda, en etkili mücadele biçimi duruma havadan müdahale etmektir: buna göre yapılmış uçaklar ve helikopterlerle. Bunların en etkili olanları denize konup deposunu doldurabilen uçaklar. Tabii söz konusu alanın yer şekilleri de hangi aracın daha etkili olduğunu belirliyor.
Yangın başladı ve bizim bu mücadele için vahim denecek şekilde hazırlıksız olduğumuz ortaya çıktı. Bu “sonuç” ortaya çıktı, ama nedeni hala belli değil. Kaç uçak var, kaçı çalışır durumda, hangarda mı, satılmış mı. . . ve niçin? Bunların cevabı -henüz- bulunmadığı gibi, nesnel bir hesap yapmak da çok güç görünüyor, çünkü işin içinde ideoloji de var. Örneğin, eskiden bu gibi durumlarda baş aktör konumunda olan Türk Hava Kurumu’nun eski bir Cumhuriyet kurumu olarak AKP’nin ve Reis’inin “sevmedikleri” arasında yer alması. Reisicumhur’un sevmediklerine karşı aldığı tedbirleri ve takındığı tavırları artık iyi biliyoruz. Buna rağmen, THK’yı etkisiz hale getiren iktidarın bir orman yangını karşısında onun yerine neyin kullanılacağını düşünmemiş olması şaşırtıcı.
Sonuç olarak, bu orman yangınları şimdiye kadar pek çok alanda pek çok sefer gözlemlediğimiz acemiliği, beceriksizliği, ehliyetsizliği solladı geçti. Şaşırtıcı bir yetersizlik. Ve yetersizlikle eş orantılı bir hükmetme tutkusu.
Sorunlar çok ve çeşitli. Ama çare hep aynı; çay!