Amerikalı radikal muhalif, aktivist, şair John Sinclair’in şu şahane tanımlamasına yer verip bir de çok kısa birkaç değini ile 1967 yılına bir selam yollayıp, 68 yılına başlayabiliriz:
“SGT. Pepper albümü, Amerika’nın üzerine düşen, bir müzikal nükleer bomba etkisi yapmıştır.”
1967 yılında, başka şeyler de oluyordu; Torino’da otomotiv sektöründeki işçiler, Torino Üniversitesi öğrencilerinin de desteğiyle grev çağrıları yaparak eyleme geçiyor, ardından da 15 bin işçi greve çıkıyordu. O nedenle ‘68’i derinlemesine irdeleyenler, İtalyanların, “aslında Mayıs ‘68, ilkin bizde başladı” sözlerine rast gelirler ki hakikat payı ciddi ölçektedir.
Batı Almanya’da 2 Haziran 1967’de İran Şahı Pehlevi’nin ziyareti sırasında yapılan protesto gösterilerinde bir öğrencinin polis tarafından öldürülmesiyle, protestolar radikalleşerek kitlesel harekete dönüştü.
Ulrike Meinhof, İran şahının karısı kraliçeye açık mektup yazarak İran’daki yoksulluğu ve şahın adaletini sorguladı. Bir yıl sonra şehir gerillasını başlatacak olan Baader Meinhoff – RAF örgütünün nüvesi bu gelişmelerden sonra oluşmaya başlıyor, RAF, şehir gerillasına hayata geçirip peş peşe eylemlere başlayınca, yapılan kamuoyu yoklamalarında Batı Alman toplumu % 65 civarında bir oranla RAF eylemlerini ve RAF militanlarını destekliyor, haklı görüyordu.
Uruguay’ da Tupamaros adlı gerilla örgütü, eylemleri ve yeraltı örgütlülüğü ile efsaneleşiyor, bütün dünyaya örnek olacak kadar etki halesini genişletiyordu.
Yine 1967 yılında başlayan Arap – İsrail savaşı, 6 gün sonra İsrail’in kesin zaferi ile sonuçlanıp, İsrail’in Kudüs, batı Şeria gibi Arap topraklarını ilhak etmesi üzerine bir başka gerilla örgütü El-Fetih, fedaiyun adı verilen gerillaları ile mücadelesine dünya ölçeğinde dikkat çekecek eylemlerini art arda yaparak, bir başka efsane haline geliyordu.
‘68’in San Francisco/Haight Ashbury ve Paris/Quarter Latin odaklı iki boyutundan söz etmiştim.
Beatles’tan George Harrison Haight Ashbury versiyonunu, John Lennon ise Quarter Latin boyutunu temsil eder. George Harrison Haight Ashbury tepesini, eşi Patti ile ziyaret de etmiştir. George da, John da ölümlerine kadar ‘68’in, bu iki farklı boyutuna sadık kaldılar.
İlk prova İtalya’da Torino’da yapılmıştı ya… Prova iyi yapılmış olmalı ki, aslı ‘68 mayısında provasından çok daha görkemli oldu. 9 milyon işçi genel greve giderken 1 milyon işçi, öğrenci, işsiz, kadın, aydın, entelektüel, sanatçı Paris sokaklarında “Altında plaj var” sloganını atarak kaldırım taşlarını söküyor, katılımcı-doğrudan demokrasi hayata geçiriliyor, ‘68 isyanı yerküremize yayılıyordu, ışık hızıyla.
Tabii bedeli çok ağır oluyordu. Tamamına yer vermek mümkün değil ama sadece Meksika’da yürüyüş yapan öğrencilere güvenlik güçleri ateş açarak 300 genç öğrenciyi birkaç saat içinde öldürüyordu.
İngiltere’ de (John Lennon’ın da yakın dostu olacak) Tarıq Ali, Batı Almanya’da Rudi Deutschke, Fransa’da Daniel John Bendit, Türkiye’de Deniz Gezmiş bugünlerde izahı da idraki de çok güç olan bir inanç ve azimle kitleleri peşlerine takıp eylemden eyleme koşmaya başlıyorlardı. Dinmeyen, bitmeyen bir enerjiyle; yorulmadan, duraksamadan, bıkmadan işçi havzalarında, köylerde, kampuslarda, fabrikalarda, gecekondularda ‘68’i yaratıyorlardı.
Fransız sinemacı J.P. Godard da bu tarihi dönemi an an görüntülemek için elinde kamerayla olayların içine dalarak canlı çekim yapmıştı.
ABD’de ise Vietnam savaşı karşıtlığı, militanlaşarak yerleşik kurumsallığı iyice rahatsız ve tedirgin ederken barış yanlısı Martin Luther King, milyonları etkilemeye başlayınca düzenlenen suikast ile katlediliyordu.
1968 yılında, hız kesmeyen ABD saldırıları ve yağdırdıkları Napalm Bombaları ile katledilen Vietnam halkı bir de ayrıca lokal imha saldırıları ile de hedef alınıyordu.
Tam bir yıl sonra ortaya çıkarılan Mylai katliamı, ABD’nin “komünizm tehlikesine karşı Vietnam’ı koruyoruz” söyleminin maskesini alaşağı ederken, hem San Francisco hem de Paris ‘68’ini Vietnam savaş karşıtlığı paydasında buluşturuyordu. Amerika rüyası artık bitmişti.
Bu korkunç olayı tanıkları şöyle anlatıyor:
“My lai: Sabah 08.00’de geldiler...
16 Mart 1968 günü, Americal tümeninin Charlie bölüğü, Vietnam’ın Son My yöresindeki My Lai köyü ve çevresine yönelik bir operasyon için helikopterlere bindirildi. Bölüğe Yüzbaşı Ernest L. Medina, bölüğün 2. müfrezesine Teğmen William Calley komuta ediyordu. Vietnam Halk Ordusu gerillalarını ‘bulmak ve yok etmek’le görevlendirilmişlerdi.
Sabah saat 08.00 sularında helikopterler Charlie bölüğünü My Lai’nin biraz uzağına indirdiler. Köy önce topa tutuldu. Sonra 1. ve 2. müfrezeler ateş ederek köye daldı.
Gerilla bulamadılar. Onun yerine, insan, hayvan, canlı kimi buldularsa onları yok ettiler. Yaralıları süngülemek, kızların ırzına geçmek, insanların çocuklarını saklamaya çalıştığı barakalara el bombası atmak, 100’den fazla insanı bir hendeğe doldurup taramak gibi caniyane işler yaptılar. Dört saat süren katliamın sonunda tam 504 insan öldürdüler. Öldürdükleri, kadınlar ve çocuklardı. Ve çok yaşlı erkekler... Ortalıkta ne gerilla ne de gerilla olabilecek yaşta erkekler vardı.”
İnsanlık tarihinin bu unutulmaz utanç sayfasında başrollerde çok tanıdık isimleri görüyoruz: Dick Cheney, Colin Powell… 30 yıl sonra Bush döneminin kurmayları olarak Ortadoğu’nun başına bela olan ABD, bu mümtaz şahsiyetlere, Vietnam’daki icraatlarının ödülü olarak, yeni görevler verdi… Savunma Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı gibi…
Cheney, Powelllarla aynı dönemde görev yapan ve Vietnam halkının Hanço (Kasap) adını verdikleri Commer da Ankara Büyükelçiliği’ne atanıyordu. ODTÜ, tarihinin en şanlı eylemiyle Kasap’a karşılama töreni düzenleyerek, paketlenip geldiği yere yollanmasının önünü açmıştı.
1968, Çekoslovakya’da bir başka türlü yaşanır: Sovyetler Birliği’nin tankları, Prag’a girerler. Paris’te, Londra’ da, Berlin’de Mexico City’de, Roma’da isyan bayrağı göndere çekilirken, Çek ‘68 kuşağı işgalci Sovyet tanklarının önüne atlar, bir Çek genci işgali protesto etmek için, tankların önünde kendini yakar. Bu olay Çekoslovakya halkını öylesine derinden etkiler ve hafızasında yer eder ki, ‘68’den 20 yıl sonra Prag’da Çek gençleri, tarihi Prag köprüsünde toplanıp şu sloganı atarlar:
“Lenin sizin olsun Lennon bizim!”
Bu slogan, tarihin hazin bir ironisi değil midir?
Reel sosyalist ülkeler veya doğu bloku olarak anılan ülkelerde ve Lenin’in ülkesi Sovyetler Birliği’nde uzun yıllar Beatles ve caz yasaklıdır ama o ülkelerin gençleri, Beatles’ı tutkuyla sevmektedirler.
Buraya kadar somut vakalardan söz ettim. ‘68’in teorik değerlendirmesine girişmedim; nedeni Michael Löwy’nin her satırına katıldığım makalesinden aşağıda okuyacağınız bölümlerdeki değerlendirmenin mükemmelliğidir: “’68’in ruhu güçlü bir içkidir, sarhoş edici bir karışım, çeşitli maddelerden oluşan patlayıcı bir kokteyldir. Bunlardan az önemli olmayan bir tanesi, modern endüstriyel/kapitalist uygarlığın temellerine, onun üretim ve tüketim odaklı kültürüne karşı bir protesto olan devrimci romantizmdir. Luisa Passerini’ye göre öznelliğin, tutkunun ve ütopyanın –‘düşünsel üçgenin’- benzersiz bir kombinasyonudur 1968’i tanımlayan.
‘60’ların isyancı geleneği tarafından hayran olunan yazarlar arasında devrimci romantik geleneğin kararlı temsilcileri ve daha önceki Sürrealistler gibi Marksizmle uygarlığın romantik eleştirisini harmanlamaya çalışmış olan dört yazar bulabiliriz: Henri Lefebvre, Guy Debord, Herbert Marcuse ve Ernst Bloch. İlk ikisi Fransız isyancıları arasında ünlüyken üçüncüsü en çok ABD’de tanınmış, sonuncusu ise daha çok Almanya’da etkili olmuştur. Berkeley, Berlin, Milano, Paris veya Mexico City sokaklarını dolduran gençlerin çoğu bu düşünürleri hiç okumamışlardı ama fikirleri kuşatmalar ve sloganlar olarak bin bir şekilde yayılmıştı. Bu, kendilerinden Mayıs ‘68 hayalinin en gözü pek düşlerinin ve bazı en çarpıcı formüllerinin (‘bırakın hayalgücü iktidara gelsin’) türetildiği Debord ve Sitüasyonist arkadaşları için özellikle geçerlidir. Ne var ki, ‘68 ruhunu açıklayan bu düşünürlerin ‘etkisi’ değil, tam tersidir: İsyancı gençlik kendi protestoları ve tutkuları için fikir ve argüman sağlayabilecek yazarlar arıyordu. ‘60’lar ve ‘70’ler boyunca hareketle onlar arasında bir çeşit karşılıklı ruhsal çekim vardı: Karşılıklı tanıma sürecinde birbirlerini keşfettiler, birbirlerini etkilediler
Mayıs ‘68 üzerine çarpıcı kitabında Daniel Singer, ‘olaylar’ın anlamını mükemmel biçimde özetler:
Mevcut toplumun sadece bir yönünü değil, aynı zamanda amaçlarını ve araçlarını da sorgulayan topyekûn bir isyandı. Mevcut endüstriyel devlete, onun hem kapitalist yapısına hem yarattığı tüketim toplumuna karşı bir zihinsel devrimdi. Ona, tepeden inme her şeye karşı, merkeziyetçiliğe, otoriteye, hiyerarşik düzene karşı güçlü bir nefret eşlik etti.
2- Kapitalist modernleşmenin, otoriteryanizmin ve patriyarkanın kelimenin bütün anlamlarıyla Büyük Reddiye’si (Marcuse’un ünlü deyimi aslında Blanchot’tan alınmıştı) Fransız ‘68 Mayısı’nda ve büyük olasılıkla ABD, Meksika, İtalya, Almanya, Brezilya veya herhangi başka bir yerdeki eşdeğerlerindeki ‘duvar yazıları’nın en önemlilerinden biriydi.
Endüstriyel tekno-bürokrasiye, ilerleme ve rantıbilite ideolojisine, ekonomik-bilimsel zorunluluklara ve ‘bilimin yasalarına’ karşı benzer tepkiler o günlerlerde öğrenciler tarafından yayınlanan belgelerde yaygın biçimde görülüyor. Hareketin eleştirel bir gözlemcisi olan sosyolog Alain Touraine, Marcuse’un kavramlarıyla Mayıs ‘68’i değerlendirmesinde bu durumu göz önüne alır:
Ekonomik ve politik aygıt tarafından yönetilen endüstriyel toplumun ‘tek boyutluluğuna’ karşı isyan, ‘negatif’ özelliklere sahip olmadan -örneğin doğalmış gibi sunulan mevcut sınırlamalara, büyümeye ve modernleşmeye karşı çıkmadan- patlak veremezdi.
3- Buna, emperyalist ve/ya kolonyal savaşlara karşı protestolar ve Üçüncü Dünya’nın yoksul ülkelerindeki bağımsızlık hareketlerine yönelik sempati dalgasını (bu sempatide ‘romantik’ illüzyonlar da eksik değildi elbette) eklemek gerek. Ayrıca, birçok genç aktivistin, otoriteryan/bürokratik bir sistem olarak kabul edilen ve bazılarının kapitalist Batı’daki üretim ve tüketim paradigmasının bir varyantı kabul ettiği Sovyetler Birliği’ne karşı duyduğu derin güvensizlik söz konusuydu.
Mayıs ‘68’in romantik ruhu, sadece ‘olumsuzluk’tan, insanlık dışı, dayanılmaz, ezici ve kaba kabul edilen ekonomik, toplumsal ve siyasi sisteme karşı bir isyandan, araba yakma gibi kapitalist metalaşmanın ve egoist bireyciliğin sembolleri olarak nefret edilen sembolik protesto eylemlerinden ibaret değildi.
4- Aynı zamanda, ütopik umutlarla, liberteryan ve sürrealist gündüz düşleriyle, ‘öznellik patlamalarıyla’ (Luisa Passerini), Ernst Bloch’un deyimiyle Wunschbilder’le yani tutkunun hayalleriyle doluydu –ki bunlar sadece özgürleşmiş; yabancılaşmanın, şeyleşmenin, toplumsal ve cinsel ezilmişliğin ortadan kalktığı bir gelecek için tasarlanmakla kalmayıp aynı zamanda çeşitli toplumsal pratik formları olarak da deneyimlenen şeylerdi: Kolektif bir şölen olarak devrimci hareket –ve yeni örgütlenme biçimlerinde kolektif yaratıcılık- özgür ve eşitlikçi bir toplumu yeniden keşfetme çabası, tek’in öznelliğinin ortak kabulü (özelikle feministler arasında), yıkıcı ve saygısız afişlerden şiirsel ve ironik duvar yazılarına kadar artistik yaratıcılığın yeni yollarını keşfi.” * Thesis Eleven ,sayı 68, Şubat 2002.
‘68 faslına burada ara verip yazımızın asıl öznesi Beatles’a dönelim.
Dünya böylesi bir kasırgayı yaşarken Beatleler 1968 yılında ne yapıyorlardı?
Daha evvelki bölümlerde yazmıştım; Hindistan’a gittiler ve hayal kırıklıkları yaşayarak geri döndüler. Hippi akımından çok etkilendiler. Dünyada cereyan eden olaylar, Vietnam savaşı, kendi içlerinde yaşadıkları sorunlar, yavaş yavaş kendi bireyselliklerinin öne çıkması ve önem kazanması, artık şarkıların kim tarafından yazılmışsa onun tarafından söylendiğinin fark edilecek hale gelmesi gibi etkenlerin sarmalı içerisinde, en tartışmalı ilk ve tek double albümlerini çıkardılar. Albümün adı, Beatles ise de, minimal bulunan bembeyaz kapağı nedeniyle, White Album olarak kabul gördü. Bugüne dek de bu isimle anılageldi. Bu double albümdeki 30 şarkının her biri tartışma konusu oldu. Birbirinden apayrı 30 şarkılık bu albümün milyonlarca satılması, listeleri de, dinleyenlerin kafasını da allak bullak etmesi, herhalde bu apayrı 30 şarkının sihri sayesinde olmuştur. Dinlemekten bıkılmayan White albüm için en güzel değerlendirmeyi Lester Bangs yapar:
“Bir bantta dört solo sanatçıdan yapılmış ilk rock albümü.”
Rolling Stones’un lideri Mick Jagger, benzeri bir değerlendirme ile “Beatles, dört başlı bir ejderhaya benziyor”’ demişti.
Kayıtlar sırasında ilk kez Yoko Ono da stüdyoda bulunmuştu. Sorulmadığı halde fikir beyan ederek, müziklere karışıp akıl vermeye kalkarak, özellikle de Paul ve George’a cinnet geçirtiyordu.
Provalar sırasında da bir tartışma sonucunda Ringo kapıyı çarparak, “ayrılıyorum” der ve çıkıp gider.
Ringo’nun yokluğunda çalışmaları sürdürürler ve bazı şarkılarda davulu Paul çalar.
Bir söyleşide gazeteci John’a sorar:
“Sence dünyanın en iyi davulcusu Ringo mudur?
Ne diyorsun sen oğlum? Ringo dünyanın değil grubun en iyi davulcusu bile değil. Kaç parçada davulu Paul çaldı.”
Ringo iki hafta sonra döndüğünde davulunun üstünde çiçekler ve “hoş geldin” yazısı ile karşılanır.
Yine bir gazeteci başarılarının sırrını sorar, yanıt George’dan gelir ama tam bir Beatle cevabıdır:
“Bunu bilseydik her birimiz ayrı birer grup kurardık, böylece dört tane Beatles olurdu.”
Beatles hem dönemini etkiledi hem de dönemden esinlendi. 1968 yılında da böyleydi.
White Album’deki Revolution ve Revolution 9, ‘68’in devrim ve isyan ruhuna, söylemine çok denk düşer.
Çin kültür devriminin o zamanki prestiji ile MAO, John için de çok önemli bir devrimci liderdir. Mao, Revolution şarkısında ismen anılır.
Politikleşen dünya, ‘68 isyanları ile meşgul olurken, Rock müziğinin öncüleri, başta LSD, her türden uyuşturucu ile haşır neşir olmaktadırlar. Beatles da, uyuşturucu denizine atlamakta beis görmez. Bu âlemin bir numarası şüpheye mahal yok, Rolling Stones’tan gitarist Keith Richards’tır. Bu adama uyuşturucu işlememektedir sanki organik-inorganik, esrar, marihuana, eroin, LSD, her türden kimyasal kokteyl bir gergedanı yere yapıştıracak güçte olmasına rağmen, Keith Richards’a sadece beste yaptırabilmiştir. Angel gibi, Satisfaction gibi…
John da takılır. Keith Richards 1968’den şunları hatırlıyor:
“O zamanlar John evime çok sık gelirdi. Eve yürüyerek girer yatay vaziyette çıkardı. Rengârenk istifrasından sonra sedyelik olurdu.”
1968; devrim sloganları, mitingler, eylemler, tartışmalar ve Beatles’ın, devrim şarkısının sözlerinin münakaşaları ile sona erer.
‘68 ile beraber, romantizm de, siyasal/toplumsal mücadeleden, bir daha yeniden bir araya gelmemek üzere çekilir. İşçiler fabrikalara, öğrenciler kampüslere dönerler.
Rolling Stones da “Street Fighting Man” isimli şarkısıyla ‘68’e kendi meşrebince omuz verir. Bu aslında Beatles’ın Revolutionlarına karşı bir mukabeledir aslında.
White Album, yılın en önemli sanat olaylarının başında yer alır. İçindeki harika şarkılar, Beatles yaratıcılığını ve dehasını bir kez daha gösterir.
Önümüzdeki bölümde Beatles müziğinin büyüsü ve neden bu denli yaygın ve etkili olduğuna bakacağım.