Charlie Hebdo katliamından sonra kaleme aldığım yazıda, bu İslamcı terörün nedenleri, “gerçek İslam” yanılsaması, İslam’ın demokrasi ve sekülarizmle oldukça gergin ilişkisi üzerinde durmuştum.
Bu sefer ise, önceki yazıdan devamla ve olabildiğince basit psikolojik ve sayısal olgulara dayanarak değişik inanç sistemlerinin bir arada yaşayabilme ihtimallerini ve koşullarını tartışmak istiyorum.
Bilindiği gibi, insanlık tarihi boyunca bütün insan toplulukları doğa ve ölüm karşısındaki varoluşsal çaresizliklerinden kaynaklanan derin kaygılarını kısmen de olsa telafi edebilecek bir anlamlandırma çerçevesi olarak çeşitli inanç sistemleri geliştirmişlerdir. Güneş, gök, hayvanlar gibi doğa parçalarına tapınma üzerinden başlayan bu inanç sistemleri, giderek çok-tanrılı ve tek-tanrılı dinlere doğru evrilmiştir. Tüm bu inanç sistemlerinin iki temel işlevi olduğu söylenebilir:
1- Hayat, Evren ve Ölüm (ve sonrası) üzerine bir anlam çerçevesi sunmaları ve dolayısıyla bu varoluşsal kaygıları dindirmeleri.
2- Bireysel, ailesel ve toplumsal hayatımızı nasıl yaşayacağımıza dair ahlaki çerçeveyi ve temel bazı pratik kuralları sunmaları.
Bu iki temel işlev, inanç sistemlerinin varlık nedeni olmasına rağmen, bu iki işlevin sadece inanç sistemleri tarafından sağlanabildiğini iddia etmek de mümkün değildir. Her dönemde egemen inanç sistemine inanmayanlar, onun dışında kalanlar olmuştur. Bilimsel gelişimin büyük sıçramalar yaptığı son birkaç yüzyılda herhangi bir tanrıya ve / veya dine inanmayanların sayısında büyük bir artış olmuştur.
Dünyanın büyük ve saygın araştırma kuruluşu Pew Research’un 2010 yılında tüm dünyada yaptığı bir araştırmaya göre, 6,9 milyarlık dünya nüfusunun:
Bu sayılara baktığımızda ne görüyoruz?
Oldukça parçalı bir yapı var. %7’lik görece “küçük” bir dilimi kaplayan Budizm’de bile 500 milyon civarında inanan var. Dolayısıyla her bir inanç grubu yüz milyonları, milyarları içeren çok kalabalık insan grupları demek. Her bir grubun kendi alt-grupları var. Hıristiyanlık’ta ve İslam’da olduğu gibi yüzyıllardır birbirlerinin gözünü oyan, birbirlerine soykırım dâhil her türlü şiddeti uygulayan mezhepsel alt-gruplar bunlar.
Dünya nüfusunun %16’sının dinsiz olduğunu görüyoruz. Dünyadaki yedi kişiden biri herhangi bir dine inanmıyor. Bunların bir kısmı ateist, bir kısmı agnostik, bir kısmı da tanrı veya bir ilahi güce inansa bile bir dine ait saymıyor kendini. [Kimi ülkelerde dinsiz oranları: Çek Cumhuriyeti %76, Estonya %60, Japonya %57, Çin %52, ABD ve Rusya %16].
Burada sayısal ayrıntısına girmeye imkan yok ama, küreselleşme ve göç hareketleri sayesinde inanç sistemi açısından çoğu toplumun eskiye göre daha karışık hale geldiği ve bu gidişle daha da karışacağı görülüyor.
En önemlisi tabii aslında bu sayıların sakladığı başka bir olgu. Örneğin “dünya nüfusunun %23’ü Müslüman ve bunların da %90’ı Sünni” dediğimizde, sanki yekpare bir Sünni blok varmış gibi algılanabiliyor. Oysa Sünnilerin de bin bir türü var ve her türün kendi içinde değişik dindarlık derecelerine sahip insanlar, gruplar var. Her ekip kendi kitabını, birçok faktöre bağlı olarak, kendine göre yorumluyor; başka türlüsü de zaten mümkün değil. “Gerçek İslam” (ya da “gerçek herhangi bir din”) diye bir şey yok. Yine aynı örnekten gidersek, Sünni grup içinde El-Kaide, (IŞ)İD de var, Nakşibendiler de, AKP de, anti-kapitalist İhsan Eliaçık da ya da işin şekli ibadet kısmını daha gevşek bir şekilde uygulayan (ya da hiç takılmayan) sekülerleşmiş ama kendini Sünni Müslüman olarak gören milyonlar da. Böylesi yoğun grup-içi çeşitliliği, bütün dini gruplar ve de dinsizler için de geçerli.
Dünyadaki egemen üretim tarzı olan kapitalizmin yukarıda listesini verdiğim bütün büyük inanç (ve inançsızlık) gruplarıyla gayet rahat ve esnek eklemlenmelere gidebildiğini de belirtmek gerek. Dolayısıyla “maddi hayatın” şu ya da bu dini tasfiye etmesi gibi bir durum da yok.
Bu denli çeşitli inanç sistemleri var ama, Semavi dinlerde çok daha belirgin olmak üzere, her biri de kendisinin mutlak doğru olduğuna inanıyor. Duruma göre (özellikle şu ya da bu nedenle ve gerçeğe ya da hezeyana dayalı olarak tehdit algılandığında) öteki inanç sistemleri düşmanlaşabiliyor. Bir dine aidiyet kişinin varoluş tarzını ciddi derecede etkileyebiliyor. Örneğin, bir tanrının var olduğuna, her şeyi görebildiğine, peygamberler / kitaplar aracılığıyla bir dünya / hayat nizamı emrettiğine, ölüm sonrası cennette ya da cehennemde geçebilecek bir hayat olduğuna inanıyorsunuz ve hayatınızı şu ya da bu derecede bu inançlar çerçevesinde yaşıyorsunuz. Ne kadar fazla dindarsanız hayatınızı o kadar fazla bir şekilde dinin emrettiğini düşündüğünüz çerçeve içinde yaşamaya çalışıyorsunuz; belki bir sürü arzunuzu baskılıyorsunuz; yasak diye birçok şeyden vaz geçiyorsunuz vb.
Anlam / ahlak dünyanızda din bu denli önemliyken, bir de bakıyorsunuz ki, aslında başka dinler de var, dinsizler de var, hatta ateistler de var. Katı / fanatik dindarlar için başka dinlerin ve dinsizlerin olması, yani hayatın başka türlü de yaşanabileceğinin ve anlamlandırılabileceğinin görülmesi müthiş bir varoluşsal kriz anlamına gelmekte. Tek bir atın koştuğunu sandığımız bir yarışta bütün paramızı o ata yatırmışken, birden yarışta başka atların da olduğunu ve bütün paramızı kaybedebileceğimizi idrak etmeye benzer bir durum.
Bu krizi çözmenin birkaç yolu olabilir:
1- “Ötekiler henüz bizim dinimizi bilmiyorlar, bildikçe bize geleceklerdir” veya “Ötekilerin hakikatle bağı olmadığı için zamanla çürüyecekler ve bizim ışığımıza ihtiyaç duyacaklardır” denilebilir. [Tebliğ, misyonerlik, vb.].
2- Baskı ve şiddetle diğer inanç sistemleri üzerinde hâkimiyet kurulmaya çalışılabilir.
3- “Bizim inanç sistemi de birçok sistemden biri; ben benimkinden memnunum ama diğerleri de benimki kadar meşru ve saygındır” denilerek, daha esnek ve yumuşak bir dindarlıkla demokratik ve seküler bir yola girilebilir.
Dünyaya nizam verme iddiası olan Hıristiyanlık ve İslam gibi büyük inanç sistemleri şimdiye kadar daha çok ilk iki yolu kullanmıştır. Yüzyıllar süren sosyo-politik mücadeleler sonucunda Hıristiyanlık üçüncü yolu denemek zorunda bırakılmıştır. İslam ise henüz büyük çoğunluğuyla bu yola girememiş gözükmektedir. Bu noktada İslam’ın ek bir handikapı kendisini “en son ve en mükellef din” olarak görmesidir.
Şimdi bütün bu inanç sistemi çeşitliliğe Tanrı/Din inancının iki temel işlevi üzerinden bakarsak, ortaya çıkan tablo şu:
Bütün inanç sistemleri (ve de dinsizler), kurumsallaşmış ya da kurumsallaşmamış biçimlerde kendilerine göre bir anlam ve ahlak dünyaları geliştirmişler ve de bu dünyaları yavaş bir evrim içinde idame ettirebiliyorlar. Biliyoruz ki hiçbir inanç grubu ve dinsizler anlam ve ahlak açısından bir diğerinden daha üstün ya da daha aşağı değiller. Hiçbir toplum şu ya da bu dine inandığı ya da inanmadığı için, diğer toplumlara göre daha fazla anlam krizi ve buna bağlı daha fazla ıstırap, psikolojik sorun yaşamıyor; yine buna bağlı daha fazla ahlaki düşkünlük, suç eğilimi, yolsuzluk vb. yaşamıyor.
İster psikolojik / psikiyatrik zorluklar üzerinden, ister suç istatistikleri üzerinden, isterseniz de insani / toplumsal gelişmişlik ölçütleri üzerinden bakın, herhangi bir inanç grubunun diğerlerine göre daha üstün olduğunu iddia edebileceği hiçbir kanıta sahip değiliz. “Ama gerçek İslam bu değil” ya da “gerçek Budizm bu değil” gibi karşı çıkışların hiçbir anlamı yok; çünkü ne yapıyorsanız ve başkaları tarafından ne görünüyorsa yaşayan gerçek o; değerlendirilecek olan da o. Başka bir şey yapın, o zaman o değerlendirilsin.
Toparlarsak…
Eğer:
Nasıl olacak da dayatma ve baskı olmadan bir arada yaşayabileceğiz? Nasıl olacak da herkes özgürce kendi inancını veya inançsızlığını yaşayabilecek?
Görünen o ki aşağıdaki temel koşullarda anlaşamadığımız sürece, böylesi bir ortak yaşam ihtimalimiz olmayacak ve her zaman baskı, şiddet, katliam, içsavaş riskiyle birlikte yaşamak zorunda kalacağız.
Bu beş temel nokta üzerinden baktığımızda dünyadaki çok sayıda ülkeyle birlikte Türkiye’nin de hiç parlak durumda olmadığı görülüyor. Demokrasi mücadelesine katkıda bulunan bütün aktörlerin ve hareketlerin önümüzdeki dönemde bu noktaları ve genel olarak sekülarizmin önemini (ve şimdiye kadar geçerli tutulmaya çalışılan otoriter laiklikten farklarını) daha fazla gündemlerine almaları gerekecek.
@PakerMurat