Ben bu Ermenilerin aklına şaşayım! 1915’te olanlar için özür bekliyorlar, tarihimizle yüzleşmemizi bekliyorlar. Babalarını, ninelerini kırımdan geçiren sonra da bunu ahlaksız bir inkarcılıkla reddeden insanlarla ve devletle ilgili hâlâ çok iyimserler, ümitvarlar. Bu taleplerinden derhal vazgeçmelerini salık veririm onlara; utanma duygusu olmayanlar yerine utanmaktan, kendilerini şu andakinden daha çaresiz duruma düşürmekten, acılarını koruyamamaktan, daha doğrusu, inkarın zedelediği acılarını değersizleştirmekten sakınmaları için.
İnkar büyük bir alçaklık, fakat bu toplumun yüzleşmesi daha alçakçadır. İnkar sahte bir buyurganlıkla, aslında iğreti bir yukardan bakmayla beraber gider, bu toplumun yüzleşmesi ise arsız ve azgın bir buyurganlığı şaha kaldıran kırbaçtır.
Neden böyle olduğunu, bu sivil ve politik toplumun 1915 soykırımıyla yüzleşmesini istemekten neden vazgeçmeniz gerektiğini güncel sayılabilecek bir örnekle açıklayacağım şimdi size.
Birkaç gün önce, bildiğiniz gibi, işkence ve tecavüzden mahkum olmuş bir polisi terfi ettirerek İstanbul Emniyet Müdür Yardımcılığına atadılar. İsmiyle söyleyelim: anlı tarihinden beslendiğine, muhtaç olduğu kudretin damarlarında akan asil kanda mevcut olduğuna eminim olduğum Sedat Selim Ay. Asıl gürültüyü Taraf kopardı ve arka arkaya hergün birinci sayfasında meseleyi ele almayı sürdürdü. Kadınlar cesurca çıkıp insanlık suçlusu bu adamın ipliğini pazara çıkardılar. Fakat hiçbir sonuç alınamadı. Adam orada duruyor. Polislikten ihraç edilmesi gerekirken, Emniyet Genel Müdürlüğü bir de, davaların ve idari soruşturmaların sonuçlarının terfi almasına engel olmadığını söylemesin mi!
Şu sırayla gidelim: “İşkenceye sıfır tolerans” şiarıyla yola çıkan AKP hükümeti böyle bir yanlışı nasıl yaptı? Öyle ya, böyle bir ilkeniz varsa, atamalarda sicile bu gözle bakmaz mısınız? Ha, ilkeli olmak da, demokrasiniz gibi Türkişi, peki, bu feryatlardan sonra hemen niye düzeltmezsiniz? Çünkü efendim, gerek yoktur artık. Bu memlekette, “işkenceye sıfır tolerans” ilan etmek, sıfırlamaktan daha önemli ve değerlidir. Yani, fiilen sıfırlamak, sıfırlama lafının yanında solda sıfır kalır. “Sıfır tolerans” demekle, sorunu kabul ettiniz bir kere ve kabul etmekle kalmayıp yüzleştiniz bile hatta.
Bununla ilgili bir örnek daha vermeden edemeyeceğim, çünkü siz Ermenilerin, anlamak istemeyip kendi zararınıza durumu zorladığınızı anlamanızı sağlamak istiyorum. DYP-SHP hükümetinin başbakanı olarak Süleyman Demirel, 1991’de, “Kürt realitesini tanıyoruz” demişti. 10 Temmuz (1908) devriminden beri gördüğümüz en harbi devrimdi adeta. Neler oluyordu ve daha da önemlisi ve daha heyecanlısı, neler olacaktı acaba? Kaçırmıştık. Devrim, “Kürt realitesini tanıyoruz” cümlesinin ağızdan dökülüş süresi tadar bir zamanda, olmuş ve bitmişti. (Demirel’in kelimeleri yutarak konuştuğunu da hesaba katmanızı istirham ediyorum.)
Hatta, o zaman Cumhuriyet yazı işlerinde editördüm, bir sabah toplantısında şunu önerdim: Ankara’daki arkadaşlar Demirel’e bir sorsa, bundan başka bir cümlesi daha var mı? “Soramazlar” cevabı geldi birinden. Nasıl yani! “E, onu sorarlarsa, sonra Ankara’da gazetecilik yapamazlar, haber çıkaramaz kimse!” Efendim? E ama bu durumda da gazetecilik yapmamış oluyoruz. Peki, ben gidip sorayım o zaman? O da olamıyormuş.
“Adeta devrimdi” dedim ya, bu toplumda herşey budur. Adeta, asil olanın yerine kuruluverir ve şöyle yarım kıçlık bile bir yer bırakmaz ona. Gazetecilik yerine “adeta gazetecilik”, devrim yerine “adeta devrim”, demokrasi yerine “adeta demokrasi”. Yüzleşmenin niye kendisi olacakmış ki o zaman, onun “adeta”sının neyi eksik?
Ama “adeta”nın bir karşılığı olabiliyor. Senin tanıman adeta olabilir, ama 21 sene sonra o realite Diyarbakır’da, Şırnak’ta, Hakkari’de, Irak Kürdistanı’nda, şimdi Suriye Kürdistanı’nda “Senin adetanı tanımıyorum” diyor.
AKP hükümetinin başbakanı ReceP Tayyip Erdoğan da, hatırlayın, Dersimlilerden özür dilemişti. CHP’nin haddini bildirme (onlar da hakediyordu tabii) gayretkeşliğiyle. Bu da yüzleşme yerine geçiverdi. Alevi realitesini de tanımışlardı, ama aşağılama devam ediyor, hak talepleri de sağır kulağa veriliyor.
Tekrar işkenceye dönelim bize, ama öbür gazetelerin “adeta” gazeteciliğini hızla geçip toplumun kendisine gelelim.
12 Eylül 1980’deki askeri darbeden sonraki cunta yönetimi, kimi iddialara göre, bir milyon kişiyi işkenceden geçirdi. Türkiye’nin nüfusu 1980’de 44,7 milyondu; 50 milyona yuvarlayalım. Bir aileyi ortalama 5 kişi kabul edebiliriz sanırım Türkiye’de. Bu, şu demektir: eğer bir milyon kişi işkenceden geçirildiyse, Türkiye’de nüfusun onda birinin birinci dereceden akrabası işkenceden geçmiş. Büyük bir oran. Amca, teyze gibi ikinci dereceden akrabalıkları katarsanız, ki akrabalık düzeyindeki ilişkiler çok yakındır bu ülkede, işkenceyle tanışma oranı daha da büyür.
Herhangi bir şeyden değil, işkenceden bahsediyoruz. Bu toplum, 12 Eylül’ün bütün iğrenç kalıntıları bir yana, peki hemen değil ama 20 yıl sonra mesela, işkencenin kökünü kazımış olmalıydı, değil mi? Bunun için sokaklara dökülmeli, sorumluları tek tek mahkum etmeli, devlet, yargı bunu yapmıyorsa, biz rezil ve ifşa etmeliydik. Yapmadık. Gerek kalmamıştı çünkü artık! Artık? Evet, artık.
Çünkü 1983’te yanılmıyorsam, Nokta dergisi, işkenceci bir polisle uzun bir röportaj yapmış, galiba birkaç sayı yayınlanmıştı. Dergi, başka işlerinin de sayesinde, neredeyse 100 bine yakın satıyordu. Hepimiz saldırmıştık dergiye, röportajı okumak için. Böylece, “İşkence realitesini tanıyoruz” demiş olduk işte. Bütün “adeta”lar gibi bu “adeta yüzleşme” de bize yetti, aslı yerine geçti. Tabii, bütün “adeta”lar gibi sonuçlar verdi bu da: Bu süre zarfında işkenceyle kaç kişi öldü! Gazeteci arkadaşımız Metin Göktepe’yi böyle öldürdüler, daha birkaç yıl önce, “işkenceye sıfır tolerans” hakimiyetinde yani, Engin Çeber’i feci şekilde öldürdüler...
Darbeleri yargılama hevesi kabarınca şu yakın zamanda, şimdi hatırlayamadığım bir vesileyle (vesile mi arıyorsun!) 12 Eylül işkenceleri de tekrar gündeme geldi. Şimdi oradan size benzerine hiçbir yerde rastlanamayacak bir işkenceyle yüzleşme örneği getireceğim.
Zaman’dan (6 Şubat 2012, http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1240952&keyfield=69C59F6B656E63656369) aktarıyorum: Doğan Eşlik, 12 Eylül darbesinden “vatani görevini” Mamak cezaevinde yapıyormuş. Anlaşıldığı kadarıyla epey kişiye işkence yapmış. Vatani göreve dahil herhalde. Daha doğrusu, vatanın ne gibi görevler isteyeceği hiç belli olmayabiliyor. Ama tabii, o zaman “vatani” olan bu görev, sonra “şeytani” sayılabiliyor. Bu durumda da öyle olmuş işte, hazır askere bok atma (hakediyorlar tabii) furyası varken, aradan şu yüzleşme işi de çıkıvermiş.
İşkenceci Doğan Eşlik, komutanlarının baskısıyla işkence yaptığını söylemiş, “Bizi insanlıktan çıkarmışlardı. İşkence ettiğim insanlar ne olur haklarını helal etsin” demiş. Bu hoşgörü toplumunun hoşgörülü insanlarından, ülkücü hareketin de önderlerinden “Doğunun Başbuğu” Yılma Durak, işkencecisiyle buluşup hakkını helal etmiş. Mamak’ta 11 yıl yatan Recep Küçükizsiz de “Hakkım Doğan Eşlik’e helaldir. Ama darbecilere ve ona zorla işkence yaptıranlara asla” demiş. Eşlik, işkence yapmayı reddetmeleri durumunda kendilerine işkence yapıldığını da anlatıyor. (Ayrıntılar için, Zaman, 4. Şubat 2012, http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1240102&keyfield=446FC49F616E2045C59F6C696B)
Buyrun işte, yüzleştik ve çözdük. Bu “helalleşme” bütün toplumun işkenceyle yüzleşmesi yerine geçebiliyor işte. İşkence bir suç, insanlık suçu, ve bu suçu işleyen biri itiraf edip, pişman olduğunu söyleyip, helallik isteyip cezasız kalabiliyor. Hukuki hiçbir karşılığı yok yani bu durumun. Sırf pişman olduğunu söyledi diye katilleri bırakıyor musunuz? (Hoş, yakın zamanda ne pişmanlığı, yaptıklarıyla övünen katilleri bıraktılar yasal kılıf ayarlayıp.)
Böyle bir yüzleşmenin sonucudur işkenceden mahkum olmuş polisin terfi ettirilmesi. Toplumsal hayatımızın bütün alanlarından böyle “adeta” örnekleri verilebilir. O zaman, benim çıkardığım sonuç, burada bir “adeta toplum” olduğu. Gerçek bir toplum bu “realiteleri” bu halde bırakmazdı. Hepsini düzeltemeyebilirdi, ama bazılarını temizler, bazı sorumluları mahkum ederdi. Şimdi biraz daha fazla mı gürültü çıkarabiliyoruz, nedir? Ümit?
İşte böyle Ermeni kardeşlerim, siz siz olun, bu toplumun soykırımla bu şekilde yüzleşmesindense, inkarda ısrar etmesine razı olun. Ciddiyim. Çünkü inkar, inkar edeni aşağılayan bir şeydir. Bu toplumun sevdiği, istediği, uyguladığı yüzleşme biçimi ise acınızı aşağılayacak, paçavraya çevirecek onu. Acınızı paylaşmaya, ne kadar olabilirse, çalışan, ya da Jonathan Swift gibi söyleyelim (Doğan Akın’ın yazısından öğrendim) “vahşi haksızlıklar karşısında kalbi paramparça olan biri”leriyle birlikte.
“Düzayak, çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler?” Ece Ayhan