Son yılların en önemli gelişmelerinden bir tanesi, Genelkurmay Başkanı, Kara Kuvvetleri Komutanı, Deniz Kuvvetleri Komutanı ve Hava Kuvvetleri Komutanı’nın emekliliklerini isteyerek istifa etmiş olmaları ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner’in istifasıyla birlikte sivil hükümeti, yargıyı ve medyayı eleştiren zehir zemberek bir veda mesajı yayınlamış olmasıdır. Böylece cumhuriyet tarihinde bir ilk yaşanmış, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en üst komuta kademesi toptan, emeklilik süresi dolmadan emekliliklerini isteyerek istifa etmiş ve sivil hükümete karşı bir tepki ortaya koymuşlardır. Bu olağanüstü bir durumdur. Bu, hükümetin ve medyanın kolayca geçiştirebileceği rutin bir olay değildir, üzerinde düşünülmesi gereken bir olaydır.
Genelkurmay Başkanı’nın istifa ederken yayınladığı yazılı açıklamayı tekrar hatırlamakta yarar var. Ne diyor Orgeneral Koşaner?
“Şu anda 173’ü muvazzaf, 77’si emekli olmak üzere 250 general, amiral, subay, astsubay ve uzman jandarma çavuş, hürriyetlerinden yoksun olarak tutuklu bulunmaktadır. Tutuklamaların evrensel hukuk kaidelerine, hakka, adalete ve vicdani değerlere uygun olarak yapıldığını kabul etmek, birçok hukukçunun da ifade ettiği gibi, mümkün değildir.
Bu durum, birçok defa yetkili makamlara iletilmesine, anlatılmasına ve takip edilmesine rağmen, soruna yasal çerçevede bir çözüm bulunması mümkün olmamıştır. Haklarında henüz hiç bir kesin yargı kararı olmamasına rağmen tutuklu bulunan 14 general-amiral ile 58 albay, hürriyetlerinin tehdit edilmesinin yanı sıra mevcut yasalarımız gereğince bu yıl yapılacak Yüksek Askeri Şura‘da değerlendirmeye girme hakkını kaybetmiş ve peşinen cezalandırılmıştır.
Soruşturma ve uzun süreli tutuklamaların bir amacının da TSK‘nın sürekli gündemde tutularak kamuoyunda bir suç teşkilatı olduğu izleniminin yaratılmaya çalışıldığı, bunu fırsat bilen yanlı medyanın da her türlü yalan haber, iftira ve suçlamalarla yüce ulusumuzu kendi silahlı kuvvetlerine karşı tavır almaya teşvik ettiği dikkatlerden kaçmamaktadır. Bu durumun önlenememesi ve yetkili makamlar nezdinde yapılan girişimlerin dikkate alınmaması, Genelkurmay Başkanı olarak personelimin hak ve hukukunu koruma sorumluluğumu yerine getirmeme engel olduğundan, işgal ettiğim bu yüce makamda göreve devam etme imkanını ortadan kaldırmıştır.” Bu köşede yayınlanan “AKP ve Türk Silahlı Kuvvetleri” başlıklı yazımızda da değinmiştik; tarihsel sürece baktığımızda Türk Silahlı Kuvvetleri hakkında çelişkili bir tablo çıkıyor ortaya. Bir yandan ülkenin güvenliğini sağlamak için mücadele eden ve yasal görevlerini yerine getiren, bir yandan da darbe yapan, sivil siyasete müdahale eden bir ordu. Hiç kuşku yok ki 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri, TSK için utanç verici olaylardır.
Ancak TSK da, yıllar içerisinde ciddi bir evrim geçirmiş, geçmişiyle yüzleşmiş, ulusal ve uluslararası dengeleri dikkate almış, kendi özeleştirisini belli bir ölçüde yapmıştır. Nitekim TSK, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde neredeyse on yılda bir darbe yaparken, şu anda otuz yılı aşkın bir süredir darbe işine girmeyen bir kurum halini almıştır. 28 Şubat 1997’de TSK’nın o dönem iktidarda olan Refah Partisi’ne yönelik darbe uyarısında bulunduğuna dair iddialar ortaya atılmıştır, daha sonraki yıllarda da TSK zaman zaman AKP’nin politikalarını eleştirmiştir, ancak 1980 yılından beri TSK herhangi bir darbe gerçekleştirmemiştir.
Durum bu iken ve Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki son darbe olan 12 Eylül 1980 askeri darbesini gerçekleştiren Kenan Evren ve komutanları halen tutuksuz bir biçimde yaşamını sürdürürken ve yargılama süreci henüz tam olarak uygulamaya konmamışken, darbe planlayıp planlamadıkları belli olmayan, somut olarak neyle suçlandıkları bile henüz belli olmayan komutanların apar topar tutuklanarak yıllarca, aylarca hapiste tutulmaları, demokratik bir hukuk devletinde olağan bir durum değildir. Gazeteci, yazar, siyasetçi aynı koşullarda tutuklanınca buna anti-demokratik, asker tutuklanınca buna demokratik demek olanaklı değildir. Asker de sonuçta herkes gibi insandır; askere doğuştan potansiyel suçlu muamelesi yapılamaz.
Bunun da ötesinde, Orgeneral Çetin Doğan ve çalışma arkadaşlarının tutuklanmalarına ve yargılanmalarına yol açan iddiaların dayanaksız olduğuna dair ciddi çalışmalar ve araştırmalar yapılmıştır. Harvard Üniversitesi’nde Öğretim Üyesi olan Pınar Doğan Rodrik ve Dani Rodrik’in kaleme aldığı “Balyoz: Bir Darbe Kurgusunun Belgeleri ve Gerçekleri” başlıklı kitapta, söz konusu tutuklamaların büyük ölçüde ele geçen bir CD üzerinden yapıldığı hatırlatılıyor ve bu CD’deki sözde bulguların isim, zaman, mekan ve tarih açısından birçok tutarsızlıklar içerdiği, CD’de gerçek dışı bulguların yer aldığı, dolayısıyla CD’nin sahte ve üretilmiş olduğu, sahte belge üreten yasa dışı bir çetenin var olduğu vurgulanıyordu. Sahte belge üreten böyle bir çete var mı yok mu? Bu konuda da bir soruşturma yürütülüyor mu? Yürütülüyorsa bu hangi aşamadadır? Bugüne kadar Pınar Doğan Rodrik ve Dani Rodrik’in bu iddiaları çürütüldü mü? Çürütülmediyse söz konusu askerler neden hala tutuklu olarak yargılanıyorlar?
Ayrıca işin bir boyutu daha var: 1950’lerde, 1960’larda ve 1970’lerin başında, ordu içinde alt kademedeki bazı komutanlar, üst kademelerin bilgisi dışında darbe girişimleri yapmışlardır. Ancak 2000’li yıllarda, TSK’nın örgütlenme yapısı dikkate alındığında, böyle bir şeyin gerçekleşme olasılığı var mıdır? Şu anda Genelkurmay Başkanı olarak görev yapmış komutanların hiçbirisi darbecilikten dolayı yargılanmıyorlar, tutuklanmıyorlar. Bu durumda darbe planları, Genelkurmay Başkanı’nın yetkisi ve bilgisi dışında, alt kademelerde mi planlanmıştır? TSK’daki emir-komuta yapısı dışında, Genelkurmay Başkanı’nın bilgisi ve emri olmadan, böyle bir plan yapılabilir mi? Böyle bir şey Türkiye Cumhuriyeti tarihinde, neredeyse 40 yıldır meydana gelmemiş. Savcıların, yargıçların tezine göre, 2000’li yıllarda, TSK içinde bir grubun darbe yapabilmesi için, öncelikle Genelkurmay Başkanı’na ve Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanlarına karşı darbe yapması, öncelikle onları devirmesi, ondan sonra sivil siyasal hükümete karşı darbe yapması gerekmektedir. Bu 2000’li yılların Türkiye’sinde ne kadar gerçekçi bir senaryodur, bu da ciddi bir tartışma konusudur. Böyle birşey olsa, en gelişmiş istihbarat teknolojisine sahip olan TSK, ordunun en yetkili komutanlarına karşı kendi içinde darbe yapmaya çalışanları tesbit edip, onları görevden almaz mıydı, onları yargılamaz mıydı? Yok eğer, bu sözde darbe planları en üst düzeyde planlanmış ise, Genelkurmay Başkanı olarak görev alanlar neden bu yargılama sürecinin kapsamında değiller?
Yoksa burada söz konusu olan sadece ve sadece laiklik konusunda son derece hassas olan TSK’yı yıpratmak, onun laiklik konusundaki hassasiyetini ortadan kaldırmak, onu yıldırmak, TSK içinde laiklik karşıtı kadrolaşmaların yolunu açmak mıdır? “Biz önce İçişleri Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü gibi kilit kurumları ele geçirdik, sonra YÖK ve Anayasa Mahkemesi’ni ele geçirdik, sonra yargıyı ele geçirdik, şimdi de sıra Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ele geçirmek” gibi bir anlayış mı vardır? AKP, yüzde 50’nin oyunu da arkasına alarak ve buradan da cesaret alarak, Türkiye’deki tüm kurumlarda siyasal bir kadrolaşma hareketine ve kendisine emir kulları yaratma operasyonuna mı gitmektedir? Askerin siyasallaşması elbette yanlıştır, siyasete müdahale etmesi elbette yanlıştır, ancak CHP’nin de çok yerinde ifade ettiği gibi, sivillerin askerleşmesi de bir o kadar yanlıştır. Recep Tayyip Erdoğan, demokratik bir ülkenin Başbakanı gibi görev yapacağına, Genelkurmay Başkanı’nın askeri ve güvenlik boyutundaki çalışma yöntemini sivil siyasete taşımaya kalkarsa, Türkiye ne kadar demokratikleşmiş olur?
İşin çok ciddi başka bir boyutu daha var: Daha geçtiğimiz haftalar içinde terör örgütü PKK 13 genç askeri şehit etti. PKK hala katliam yapmaya, cinayet işlemeye devam ediyor. Bu terör ile canını feda ederek mücadele eden kimdir? Türk Silahlı Kuvvetleri. AKP’li bakanlar ve milletvekilleri mi savaşıyor bizzat cephede? Hayır! Pekiyi bu nasıl bir hükümettir ki, bir yandan askerini yıpratırken, ordusunu en üst düzeyde darbecilikle suçlarken, bir yandan da askere “Sen git cephede savaş” diyebiliyor?! Durum öyle bir hal aldı ki, Türk Silahlı Kuvvetleri, “Denizkurdu 2011” ve “Efes 2011” adlı son derece stratejik tatbikatlarını bile, komutanların birçoğu tutuklu olduğu için, ertelemek durumunda kaldı. Bu duruma en çok sevinen herhalde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin zayıflatılmasından büyük memnuniyet duyacak olan PKK terör örgütü ve İran, Irak, Suriye, Suudi Arabistan, Rusya, İsrail, Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi gibi ülkelerin yönetimleri olmuştur. Öyle bir ülke düşünün ki, hükümeti ve ordusu kavgalı, sürekli bir gerginlik ve tartışma halinde. Hiçbir birlik ve bütünlük görüntüsü yok. Şizofrenik bir durum!
Bu durum, çok açıktır ki, güvenlik açısından büyük bir zaafiyet oluşturur. Bunu aklı çalışan, dış politikadan, diplomasiden, uluslararası stratejiden anlayan herkes görebilir. Ordusuyla kavgalı hükümet modeli, güçlü bir Türkiye Cumhuriyeti görmek istemeyenler için bulunmaz bir nimettir. Onların yapamadığını Türkiye Cumhuriyeti kendi kendisine yapıyor, kendi kuyusunu kendisi kazıyor! Böyle bir rezalet olabilir mi?!
Türkiye, Avrupa’nın ortasında, İsviçre gibi, güvenlik içinde varlığını sürdüren bir ülke olsa, dünyanın en belalı bölgelerinden birisi olan Orta Doğu’da yer almasa, kuzeyinde, doğusunda ve güneyinde hala dikta yönetimleri ile çevrilmiş olmasa, kendi içinde neredeyse otuz yıldır bölücü terör ile mücadele eden bir ülke olmasa, durum yine idare edilir, ortaya çıkan zarar asgari düzeyde kalır. Ancak gerçek bu yönde değildir. Bu ülkenin güvenliğini sağlayacak olan yine Türk Silahlı Kuvvetleri’dir. TSK içinde demokrasi için tehdit oluşturan darbeci, yasa dışı unsurlar varsa bunlar elbette ayıklanmalıdır; ancak bu da yargı süreci hızlandırılarak ve/veya komutanlar tutuksuz yargılanarak yapılmalıdır.
Recep Tayyip Erdoğan Türkiye’yi sadece AKP Genel Başkanı olarak değil, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak yönetmeyi, bir devlet adamı olmayı öğrenmelidir. Medya “ustalık dönemi” diye bir palavra ortaya attı, daha ortada usta kalitesinde birisini göremedik. Bu ustalık neyin ustalığı, bari onu bir söyleseler de, biz de öğrensek!
Recep Tayyip Erdoğan hangi işin ustası, bunu hep birlikte izlemeye devam edeceğiz.