“Akrep gibisin kardeşim” derken, Nâzım Hikmet ne kadar da haklıymış. Toplumsal-siyasal kasırganın ortasında cinnet geçirmekte olan ülkemizden insan manzaraları gerçekten de ürkütücü.
Sadece siyasetçilerden, iktidar odaklarından söz etmiyorum; sade vatandaştan, “normal yurdum insanları”ndan başlayın; yazarlara çizerlere, medya mensuplarına, ünlülere, aydın sıfatını kuşanmış sağlı sollu elitlere varana kadar herkes birbirini sokmak, birbirine zehir akıtmakla meşgul. Açık ya da üstü örtülü ihbarlar, sosyal medyada dolaşan akla ziyan saldırılar, küfürler, hakaretler, tehditler, anında saf değiştirip, muktedirin safına geçip itirafçılıktan muhbirliğe terfi edenler, at bir çamur izi kalsın hesabıyla başkalarının hayatını karartmaktan çekinmeyenler, eşlerini, dostlarını, yakınlarını ihbar edenler, idam yaygaraları koparanlar, 'Hainler Mezarlığı' kuranlar, onurlarıyla birlikte vicdanlarını, ahlaklarını yitiren kumpasçılar: Saf ve masum insanlardan kötücül, intikamcı, vicdansız kimlikler yaratan toplumsal-siyasal karanlığın kurbanları…
Büyük altüstlük ve kaos dönemlerinde korkuya kapılmış, çaresiz, güvensiz insanlar kendi canlarını, kendi çıkarlarını koruma içgüdüsüyle birbirlerinin omuzlarına basıp alttakini ezmekten, güçlünün, muktedirin eteğine yapışıp kendilerini suyun yüzünde tutmak için ötekileri çiğnemekten çekinmezler. Birey ahlakının yeterince gelişmediği, ahlakın kişinin vicdanına, iç tutarlılığına, etik değerlerine değil Allah ve cehennem korkusuna endekslendiği, biat kültürünün birey özgürlüğünü kısıtladığı toplumlarda insanın akrepleşmesi, çakallaşması çok daha kolay olur. Yaşadığımız günlerde bu psikolojinin örneklerini her kesimde görüyor, üzülerek kaygıyla, çoğu zaman da utançla izliyoruz.
Kötücülleşmenin, vicdan yitiminin, alçalmanın en kötü örnekleri özgürlük ve demokrasi platformu olması gereken sosyal medyada yansıyor. Ben o ortamlarda bulunmayan biriyim; tweet hesabım, facebook’um falan yok. Bu ortamlardaki çürümüşlüğü, dolaylı olarak ve pek kısıtlı izliyorum. Bir takım kişilerin, -hele de adları ünleri bilinen, kamuoyunda karşılığı olan ve bunun sorumluluğunu taşımaları gerekenlerin-; fikirlerini beğenmediği, farklı siyasal çizgide olan, kızdığı veya kıskandığı, “hesabını görmek” istediği birilerine nasıl saldırdıklarını, nasıl hakaret yağdırdıklarını, ne biçim bir haysiyet cellatlığı yaptıklarını gördükçe insana umudumu yitiriyorum.
“At izinin it izine” yanlışlıkla falan değil, bilerek karıştırıldığı bu dönemde tezvirat, ihbar, hedef gösterme, itibarsızlaştırma furyası ürkütücü ve utanç verici boyutlarda. Ne yazık ki bu konuda başı çekenler: cahil, dünyadan ve etik değerlerden habersiz sıradan insanlar değil; aksine televizyon ekranlarının muteber konukları, siyaset sahnesinde boy gösterenler, anlı şanlı profesörler, gazetelerin köşelerine ya da yönetimlerine yerleşmiş tanınan, bilinen kişiler.
Yandaş medyada, iktidarın zihniyet ve ideolojisinin kalemşörleri arasında bu türden akla ziyan yazılar yazan, sözler söyleyenlere, kalemşörlükle yetinmeyip silahşörlüğe soyunanlara, “vurun, kırın, yok edin, yasaklayın, tutuklayın, vb.” feryatlarına yabancı değiliz. Ama şimdi sadece AKP ve özellikle Erdoğan’ın çevresine çöreklenmiş olanlar arasında değil, kendilerini 'sol’da tanımlayanlar, ulusalcı hatta kimi zaman devrimci sıfatı yakıştırılanlar arasında da tezviratta, ihbarda, hedef göstermede ötekilerden aşağı kalmayanlar ortaya çıktı. Kişi karalama, haysiyet cellatlığı yapma, düpedüz ihbarcılık konusunda, toplumun şu veya bu kesiminin kulak verdiği, “aydın” saydığı bu insanlar, sade vatandaştan çok daha pervasız, müzevvir, saldırgan olabiliyorlar.
Dönemin en kullanışlı, en etkili ihbar/tezvirat/ kişi yıpratma anahtarı: FETÖ veya PKK yandaşlığı. Her ikisiyle de en küçük bir ilişkisi bulunmayan, aksine karşı olan binlerce değil onbinlerce insanımız bu aşağılık tezvirat, gammazlama, ihbarlar nedeniyle mağdur durumdalar.
Sosyal medyada vahşi ve sorumsuz saldırı dalgası her geçen gün biraz daha kabarırken, kişi karalamanın, haysiyet cellatlığı yapmanın, birileri hakkında kuşku yaratıp hayatlarını karartmanın örnekleri gündelik yaşamda gözlerimizin önünde sergileniyor. Sıradan insanların hırslarına, zaaflarına, korkularına yenilmelerini, akrep gibi içgüdüleriyle hareket etmelerini anlayabiliyorum.Ya ötekiler? Etik değerlere sahip olduklarını varsaydıklarımız, şu güç günlerde topluma örnek olmalarını, beklediklerimiz?..
Yüzlercesi arasından üç örnek vermek istiyorum. Gözünüzden kaçmış ya da olur böyle vakalar diyerek önemsememiş olabilirsiniz. Yaşadığım mütevazi köyde bile FETÖ mensubiyeti şüphesi ve suçlamasıyla gözaltına alınanlar, tutuklananlar, işten el çektirilenler oldu. Bu yüzden konu güncel. Köy halkı tedirgin ama temkinli. Etrafta kim var kim yok diye kolaçan edilerek kısık sesle de olsa tartışılıyor, bilgi alışverişinde bulunuluyor.
Bayramlaşmak için bize uğrayan adalı bir ustamız, “Can Dündar FETÖ darbesini bildiği için, darbeden önce yurtdışına kaçmış, FETÖ’cüymüş, doğru mu?” diye sordu. Böyle bir saçmalığı kimden duyduğunu sorunca, köye tatile gelmiş (Cemaat mağduru) tanınmış bir gazetecinin eşinin hanımlarla konuşurken söylediğini, kendisinin de şahit olduğunu anlattı.
MİT TIR'ları davasında yargılanmakta olan Can Dündar hakkında, bu kadar kritik ve bulanık bir dönemde köy kahvelerinde ileri geri konuşmanın, amaç bu olmasa bile ihbara dönüştüğünü, en azından haysiyet cellatlığı olduğunu, kendisi de mağduriyet yaşamış bir gazeteci düşünemez mi? Kendisini mağdur edenlere duyduğu haklı hırs ve öfke başkalarının mağduriyetine katkıda bulunmayı haklı kılabilir mi?
Başka bir örnek: Sabah gazetesinden bir köşe yazarı, dört CHP’li milletvekilinin Fethullah Gülen’i ziyarete gittiklerini AKP’li bir milletvekiline dayandırarak iddia etti. CHP’lilerden çok sert tepki ve yalanlama geldi. Açığa düşen köşe yazarı haberini (daha doğrusu ihbarını) doğrulatmak için kaynağına başvurup da ondan olumsuz cevap alınca, bu defa kaynak olarak gösterdiği AKP’li milletvekilinin yakınlarının (dolayısıyla kendisinin) FETÖ’cü olduklarını sayıp dökmeye başladı.
Son örnek; Ahmet Hakan’ın televizyon programına katılan anlı şanlı Ortaylı profesörümüzden. Cumhuriyet gazetesinin genç bir muhabiri kendisiyle söyleşi yapmış. Gençliğinden beri biraz patavatsızlığı, biraz zevzekliği, nereye gider diye düşünmeden ağzına geldiği gibi fütursuzca konuşmasıyla ünlü; aynı zamanda nev’i şahsına münhasır bir kişiliğe ve -hakkını vermek gerek- geniş bilgi ve hafızaya sahip İlber Ortaylı, her zamanki üslubuyla “Bizi hep cahiller yönetiyor” mealinde bir cümle kurmuş. Bu cümle söyleşinin başlığına taşınmış. Ortaylı, herhalde cümlesinin maksadını aştığını sonradan fark edince ve de zülfüyare dokunabileceğini hesaplayınca böyle söylemediğini açıkladı ve muhabiri yalancı durumuna soktu. Bunun üzerine söyleşi bandı yayımlandı. (Bandı yayımlamak ne kadar doğru meslek etiği açısından tartışılabilir.) İlber Hoca’yı tutmayın artık! Ahmet Hakan’ın programına çıktı ve Hakan’ın tasvipkâr, hatta (belki de reyting amacıyladır) kışkırtıcı tavrı eşliğinde o genç muhabirin de, Cumhuriyet gazetesinin de iler tutar yerini bırakmadı. Milyonlarca izleyicinin karşısında; kendini koruyamayacak, cevap hakkı kullanamayacak, eşit şartlarda bulunmayan bir gazeteci, bir kadın ve bir yayın organı küçümsendi, aşağılandı, paçavraya çevrildi. Şaşkınlık ve çaresizlik içinde nereye, kime saldıracağını bilemeyen kitlelere, konuşmanın ve öfkenin şehvetine kapılıp istemeyerek de olsa hedef gösterildi.
Bu üç örneğin kahramanlarını, kimini yakından kimini uzaktan tanıyorum. Kötücül, müzevvir, muhbir değillerdi. Aksine iyi gazeteciler, iyi insanlardı. Ne oldu onlara, bize ne oldu, nasıl akrepleştik böyle?
Kötü günler, kötü olaylar, kötü yönetimler insanları kötücülleştiriyor, saldırganlaştırıyor. Tam da böyle günler yaşıyoruz. Akrepler gibi birbirimizi sokmaya çalışıyoruz. Ama unutmayalım, akrep sonunda kendini sokar, intihar eder. Toplumcak, ahlakî- insanî intihara sürükleniyoruz.
Kendimize ayna tutalım. Akrepleşmeye, kötücülleşmeye, kirlenmeye kendimizden başlayarak fert fert direnmeye çalışalım.