Bayram coşkusu içinde demokrasinin zaferini ilan edenlerin keyfini kaçıracağım için özür dilerim ama ham hayallerin sonu hüsrandır. Ancak gerçeği olduğu gibi görür ve doğru teşhis edersek sorunlarımıza çözüm bulabiliriz. Üç günden beri yaşadıklarımız demokrasi bayramı için henüz erken olduğunu; iktidarıyla muhalefetiyle herkes aklını başına devşirmezse demokrasinin arkasından yas tutacağımız günlerin geleceğini gösteriyor.
Henüz ardındaki güçlerin tam açıklığa kavuşmadığı (belki de olağan şüpheli Paralelciler, Fethullah Örgütü, üst akıl!, vb. dışında hangi ‘kokteyl örgütlenmeler’in işi olduğunu hiçbir zaman tam öğrenemeyeceğiz) bu çılgın ve caniyane darbe girişiminin hayra vesile tek sonucu: Bundan böyle ciddiye alınabilir hiçbir siyasal çevre ve aklı başında kişinin askeri göreve çağırmaya, darbe çığırtkanlığı veya darbe savunuculuğu yapmaya cesaret edemeyecek olmasıdır. Bunun dışında, bu kanlı girişimin yol açtığı ve açacağı sonuçlar hayra değil şerre vesiledir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Allahın bir lütfu” olarak nitelediği darbe girişimi, kendi planları açısından lütuf olabilir ama Türkiye’nin geleceği açısından “Allah’ın laneti”dir.
Şimdi, kof hamasî söylemleri, iktidar kanadından pompalanan demokrasi kazandı, kitleler demokrasiye sahip çıktı ajitasyonunu ve algı operasyonunu bir yana bırakıp, yakın tehdidi görmeye çalışalım.
İster mezarlıktan geçerken cebine öksürmek misali korkuyu yenmek için olsun ister kuyruğu dik tutmak için, şimdiye kadar resmen açıklanan bilgilerden de anlaşılıyor ki darbeciler öyle bir avuç falan değil. Sadece iki günde tutuklanan, öldürülen, kaçan, aranan darbeci subayların rütbeleri, bulundukları pozisyonlar, kumanda ettikleri birlikler ve Türkiye’nin dört bir yanındaki garnizonlara dağılımları, (Cumhurbaşkanı’nın başyaverliğine kadar sızdıklarını unutmayalım) darbecilerin nicel ve nitel ağırlıklarını gösteriyor.
Öte yandan başarısız girişimin ardından ortaya çıkan manzara: Polisin darbeye karışan askerlerin silahlarını alıp rütbelilerin apoletlerini sökmesi, sokağa dökülen halk arasından kimilerinin, orada neden bulunduklarını bile bilmeyen biçare erleri öldürmesi, kırbaçlaması, linç etmesi, Cihatçı güruhlar ve ak saldırganlar tarafından körüklenen asker/subay düşmanlığı… Bu hale düşmüş/düşürülmüş, emir komuta zinciri tümüyle kopmuş, içinde hangi çetelerin yuvalandığı bilinmeyen, komuta kademelerinde boşluklar oluşmuş bir ordunun ne içerde ne dışarda güvenilirliğini, saygınlığını, caydırıcı gücünü koruması mümkün değildir.
Ordunun hâl-i pür melalini düşünmek sana mı kaldı, diyebilirsiniz. Bana sorarsanız, ben bütün orduların lağvından yanayım, hele de darbeci geleneğe sahip olanların. Ama elinde silah bulunduran ve o silahı kullanma yetkisine sahip her kurum ve kuruluş bu ölçüde yıprandığında, kendi içinde cuntalara, çetelere ayrıldığında, bu kadar itibarsızlaştırıldığında elindeki silahı ne zaman kime çevireceği belli olmaz, çoğunlukla da o silah önce ordunun kendi içine, sonra da barışçılara, demokratlara, muhaliflere, halklara döner.
Devletin şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran iki kurumunun: Ordu ve polis/emniyet teşkilatının, birbirlerine silah çekmesi, birbirlerini öldürmesi, polisin askerleri, subayları tartaklaması, aşağılaması, derdest edip apoletlerini sökmesi, üniformalarını çıkarması, vb. ülkede bir kez yaşandı mı, kolay iflah olmaz bir noktaya gelinmiş demektir. Tarafların yer değiştirmesi, yani askerin polise bu türden uygulamalarda bulunması da aynı şey. Devletin bu iki kurumunun birbirini vurma, yok etme düzeyinde karşı karşıya gelmesi/getirilmesi içsavaş başlangıcının bildik manzaralarındandır.
Darbeci çetelerin yol açtıkları asker-polis çatışması ve hesaplaşması rejim ve demokrasi için büyük tehdittir. Çok şükür ilk gün dışında yaygın olarak yaşanmasa da, öldürücü virüs kurumların içine düşmüştür. İlk üç günde İçişleri Bakanlığı’nda on bine yakın elemanın açığa alındığı da hesaba katılırsa ordudaki kaosun, güvensizliğin, aşınmanın benzeri Emniyet teşkilatında da yaşanıyor demektir.
Çok darbeler görmüş bu ülkede benzerini yaşamadığımız bu canice girişimin askerî darbe heveslilerinin heveslerini kursaklarında bırakması; eski yeni darbeci-vesayetçilerin bir bölümünü düşünmeye, geçmişleriyle hesaplaşmaya yönlendirmesi tartışmasız bir kazanımdır. Ama üç gündür yaşanan kâbusun demokrasinin zaferiyle sonuçlandığını sanıyorsak, demokrasiden ne anladığımızı bir kez daha irdelememiz gerekiyor.
Evet; demokrasinin olmazsa olmazı serbest seçimlerle iktidara gelenlerin, dışardan müdahalelerle, darbelerle değil, ancak ve ancak yine serbest seçimlerle iktidardan gitmesidir. Seçmen iradesi (millî irade) bu anlamda belirleyicidir ve tartışılmaz. Ancak, bu olmazsa olmaz koşul başka olmazsa olmaz’larla tamamlanmazsa, “demokrasi” totaliter rejim ve diktatörlüklerin incir yaprağından ibaret kalır. Demokrasi kültürü zayıf ülkelerde, siyasal İslam ya da başka dinî veya ideolojik inançlar temeline oturan rejimlerde demokrasi diye pazarlanan şey çoğunlukla ilkel bir popülizmdir. Kitlelerin inançları, kutsalları, önyargıları, öfkeleri, heyecanları sömürülerek; gereğinde oya tahvil edilip gereğinde rejimin (ya da şefin, önderin) fedailer ordusu haline getirilerek totaliter rejim pekiştirilir.
Gelelim o karabasan gecesine: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın darbecilere karşı koymak üzere halkı sokaklara, meydanlara çağırması taşıdığı büyük risklere rağmen cesur ve yerinde bir karardı. Meclisi bombalayan, sivillere ateş açan, Cumhurbaşkanı’nın canına da kastetmiş kanlı darbe karşısında başka umarı ve çıkış yolu yoktu. (Böyle bir çağrıyı yapamayan, göze alamayan muhalefetin ve demokrasi güçlerinin acınası durumu başka bir yazının konusu)
Bu çağrıyla Erdoğan darbecilerin başarılı olmasını, en azından darbenin yayılıp derinleşmesini engellerken kendi kitlesinin militan unsurlarını konsolide edip gerekirse savaşa sürmeyi planlıyordu. Erdoğan’ın aynı zamanda Başkomutan olduğunu da hatırlattığı çağrısı, Türkiye’nin dört bir köşesinde, 81 ilde, binlerce ilçede, köyde, mahallede sala verilmesi, ezanlar okunması, tekbir getirilmesi ve yerel yöneticilerin, AKP’li belediyelerin hoparlörlerle halkı sokaklara, meydanlara çağırmalarıyla yankılandı, büyüdü. Halkın sokaklara çıkmasında o sıralarda şaşkınlığını üstünden atamamış hükümetten çok Diyanet’in payı oldu. Böylece tankların üstüne çıkanlar, sokaklara akanlar çok büyük çoğunluğuyla sala’ya, tekbir’e kulak verenlerdi. Sokaklara, darbeci askere karşı Erdoğan’ı, AKP’yi ve elden gideceğine inandıkları dini korumak üzere çıkmışlardı. Tekrarlıyorum: darbeye karşı olmaları, tankların önünü kesmeleri iyiydi ama kimse ham hayale kapılmasın, kendini ve bizleri kandırmasın; bu kitlenin derdi demokrasi, özgürlük, hukuk, adalet, parlamento falan değildi. En temel, hatta tek talepleri idamdı ve bu talep Erdoğan’dan “siz istersiniz de yapmaz mıyız” vaadiyle karşılanıyordu.
İdam bir simgedir. Devletin işlediği cinayettir. İdam istemi kişinin; ceza yasasında idamın varlığı devletin ilkelliğinin, antidemokratikliğinin ve faşizan eğilimlerin göstergesidir. İzninizle yarın buradan devam edeceğim.
Yarın: Demokrasi idam ve tekbirle korunmaz da kurulmaz da.