İyimserliğe hiç gerek yok, bu aşamada iyimserlik korkuları yenmek için cebine öksürmekten başka bir şey değil. Kötü, tehlikeli, kaygı verici gibi sıfatların yetersiz kaldığı berbat bir durumdayız. İçerde ve dışarda 15 Temmuz darbe rezaletinin derinleştirip koyulaştırdığı bir bataklıkta çırpınıp duruyoruz. Her gün birileri lağım sularıyla beslenen bataklığa gömülüyor. Kurtulma umuduyla sürekli çırpınıp balçığa gömülmemeyi şimdilik başaranlar, pislik çukurundaki ölümcül mikropları kapıyor. En acısı da, kötücüllüğün kol gezdiği ve muktedirler tarafından körüklenip desteklendiği bu ortamda, insanların birbirlerini bataklığın derinlerine itmek için yarışmaları…
Hatalı siyasî adımlar, kötü yönetimler, yetersiz iktidarlar, habis yöneticiler olabilir ama en tehlikelisi, varlığını tehdit eden “düşman” karşısında özdenetimini yitirmiş, pusulası bozulmuş, kriz yönetimini elden kaçırmış, panik içinde oraya buraya amaçsız saldıran iktidarlardır. Çünkü ayakta kalabilmek için, içerde ve dışarda gerçek ve de hayalî düşmanlarını imha etmekten başka çare görmezler. Bu da ancak yurtiçinde faşizan uygulamalarla, hukuk ve adaletin sıfırlanmasıyla, dikta rejimiyle; yurt dışında savaşla olur ki şu günlerde Türkiye’de her ikisini de yaşıyoruz.
Doğrudur: AKP iktidarı, özellikle Cumhurbaşkanı’nın şahsına yönelik caniyane bir saldırıya maruz kaldı. Saldırı aynı zamanda demokratik düzene, Türkiye halklarına karşıydı. Meclis’in bombalanması sembolik düzeyde de bunun kanıtıdır. Kendi bağrında beslediği - daha doğrusu, aynı rahimde birlikte serpilip geliştikleri- düşmanın etkisizleştirilmesi, hiç kuşku yok kaçanılmaz ve gerekliydi. Ama nasıl?
İşte o noktada sağduyulu, soğukkanlı siyasetin yerini öfke, panik, intikamcılık aldı. Daha da vahimi, Cumhurbaşkanı’nın “Allah’ın lütfu” söyleminde ifadesini bulan “musibeti fırsata çevirme” zihniyetiyle -ya da kurnazlığı mı demeli?- içerde her türlü muhalefeti susturma, sindirme, yok etme yoluna girildi. İktidar elindeki iki maymuncuğu: FETÖ ve PKK umacılarını; bir yandan kitlelerin seferber edildiği show’larla, bir yandan da korku yaratarak başarıyla kullandı. Muazzam bir algı operasyonu ve haber manipülasyonuyla, önüne çıkanı biçe biçe amok koşusunu hızlandırdı.
Dışarda ise, iktidarın yeni ortağı ve dayanağı olmaya aday Avrasyacı-ulusalcı kesimlerde de rağbet bulan üst akıl/süper güçler/emperyalizm karşıtlığı söylemiyle, ve de darbe girişiminde suç ortaklığı, en azından Erdoğan’a yeterince sahip çıkmama sitemiyle, izolasyonist, savaşçı bir yola girildi.
Sonuç: Şoven milliyetçiliğin, faşizan zihniyetin, Sünnî Türk unsurlar dışındakileri ötekileştirmenin, Batı düşmanlığı ile atbaşı giden yabancı düşmanlığının yaygınlaşıp derinleşmesi; “yerli ve millî” sloganı altında evrensel değerlerden, insan haklarından, evrensel kültürden ve de hukuktan kopuşun hızlanması oldu.
Böyle dönemlerde toplumdaki kirlenme, insanların vicdan aşınması, iktidara yaranmak, parsa kapmak için her yolu deneme, muktedirin önünde diz çökme eğilimi artar. Şu günlerdeki ihbar furyasına, itirafçı muhbir enflasyonuna bakmak yeter.
Muhbirlik bütün toplumlarda ve kültürlerde aşağılık bir şeydir, küçük çocuklar arasında bile. Ama ne duyuyoruz! Sayın Cumhurbaşkanı vatandaşlarından apartmandaki komşularını bile ihbar etmelerini istiyor. Nicedir vicdan, ahlâk, karakter aşınmasına bizzat iktidar tarafından uğratılmış vatandaş da gereğini yapmakta gecikmiyor. Bir baba oğlunu FETÖ’cü diye ihbar ettiğini övünerek açıklıyor. Bir başkası kızımı FETÖ’cü diye öldürdüm, diyebiliyor. Yaşadığım kasabada herkes birbirinden kuşku duyuyor artık. Komşu komşunun ihbarından korkuyor, paranoya falan da değil; ihbar furyası kendi halindeki esnafın, ne FETÖ ile hatta ne dinle ilişkisi olan emekli öğretmenin, lastik tamircisinin, ileri gelen bir AKP’liden alacağını tahsile çalışan büfecinin tutuklanmasıyla sürüyor. Bir itirafçı muhbirin “Birinden duydum, ben öyle sanıyorum” demesi bile yetiyor bazen. Yayınlamaya cesaret edebilen gazetelerde, internet sitelerinde mağdur yakınlarının (bazen bir kaymakam eşi, bazen bir asker/subay annesi, bazen bir akademisyenin kardeşi, arkadaşları, vb.) umutsuz çığlıkları yansıyor. Ürkütülmüş toplum susuyor, susuyoruz.
Medya mensuplarının -hayır; zaten işleri bu olan yandaş medyadan söz etmiyorum- adı ünü bilinen, meslekte tanınan gazetecilerin, ekran yüzlerinin; ama kişisel kıskançlık ama ideolojik karşıtlık nedeniyle meslekdaşlarını bazen ad vererek, bazen isim vermeden ama kimliklerini açık açık belli ederek ihbar etmelerini, aşağılamalarını, itibarsızlaştırmak için çabalamalarını ibret ve utançla izliyorum.
Suçun şahsiliği hukuğun evrensel ilkesiyken, suçu henüz sabit bile olmamış, yargılanmamış, hüküm giymemiş insanların yakınlarına zulmedilmesine, mallarının mülklerinin müsadere edilmesine, gelirlerine (emekli maaşlarına bile) el konulup çoluk çocuklarının açlığa, sefalete sürüklenmesine, çocuklarının sırf soyadları yüzünden okullara alınmamasına, ayrımcılığa uğramasına susuyoruz.
Eskiden daha duyarlı olunan işkence iddialarını bile artık kimse ciddi olarak araştırmıyor, güçlü bir protesto yükselmiyor. Üstelik, darbe ve kaos dönemlerinde gelmiş geçmiş bütün iktidarlar boyunca işkencenin, kötü muamelenin, zulmün arttığını bildiğimiz halde…
Sadece ünlü kişiler, çoğunlukla da bizim mahalleden solcular haksızlığa uğradıklarında, tutuklandıklarında, vb. demokrasi nöbetlerine, dayanışma eylemlerine koşuyoruz.
Ey iktidar mensupları, ey yetkililer! Ve de ey bizler! Evrensel (hatta milli ve yerli!) hukukta zihniyet yargılaması, inanç suçu yoktur. Biliyorum, tarihimiz zihniyet yargılamalarının, inanç katliamlarının utanç verici örnekleriyle doludur. Gelmiş geçmiş hiçbir iktidar bu suçtan aklanmış değil. Yakın örneğini Balyoz-Ergenekon, vb. davalarında gördük. Orada darbe planları yapanların, darbe hazırlığında olanların, meşru iktidara karşı kumpas kuranların somut edim ve eylemleriyle yargılanması gerekirken zihniyet yargılaması yapıldı, şimdi daha iyi anlıyoruz.
Peki bugün, kandırıldık diyerek Rab’dan ve halktan af dileyenlerin yaptıkları nedir? İktidara, Meclis’e, demokrasiye karşı darbeye yeltenmiş olanların ve onlara yardım-yataklık edenlerin bulunması, tutulması, yargılanıp ceza görmesiyle yetinmeyen bir zihniyet yargılaması ve cadı avı ile meşguller. Bizzat kendileri kandırıldık derken, Cemaat’in iyi işler yaptığına, himmet ve eğitim hareketi olduğuna inanmış bizim köydeki zavallı sütçü, postacı, büfeci, sağlık memuru, vb.’nin çoluk çocuklarıyla birlikte hayatları karartılıyor, tutuklanıyorlar, damga yiyor, hain ilan ediliyorlar. Sizin gibi uyanıkları yıllar yılı kandırmış ve suça, günaha sürüklemiş eski ortağınız, inançlı saf insanları kandırmış olamaz mı? Benden söylemesi: AKP’ye oy vermiş vatandaşların yarısından fazlası, belki de yüzde sekseni, eğitim hareketi, himmet hareketi, Müslümanlığı ve Türklüğü dünyaya yayma hareketi sanarak Cemaat’e şu veya bu biçimde yakınlık duymuş, yardımda bulunmuştur. Siz de her istediklerini verdiğinizi kendi ağzınızdan itiraf etmediniz mi?
Bugünler de geçer, devran döner. Dünün hainleri: Ergenekoncular, Balyozcular, derin devlet mensupları bugün muteber kahramanlara, danışmanlara, televizyon starlarına dönüşmüşse, bu çürümüş düzende bakarsınız bugünün hainleri de yarın kahraman olur. Ama aradan geçen zamanda toplum biraz daha yara alır, toplumsal fay hatları derinleşir, insan biraz daha çürür, vicdanlar biraz daha kararır.
Çifte standartlarımız, ideolojik ayrılıklarımız, sağcı-solcu, dindar-laik, Türk-Kürt, vb. fay hatlarından doğan husumet, hatta intikamcılık yüzünden ötekinin hakkını, hukukunu yeterince savunmuyoruz gibi geliyor bana. Her türlü haksızlığa, hukuksuzluğa, adaletsizliğe, insansızlığa, zulme; kim yapıyor, kime yapılıyor demeden, intikamcılık dürtüsüyle “oh olsun” diye düşünmeden karşı çıkmazsak yarın utanacağız. Pusulamızın vicdan, ihtiyacımızın medenî cesaret olduğu günlerdeyiz.