Yazılmayan, söylenmeyen, ortaya dökülmeyen pislik kalmadı. Üstelik kokusuyla bile zehirlendiğimiz çirkef, belli ki ortaya dökülenden ibaret değil. Sadece hükümeti saran ve sarsan rüşvet, irtikâp, yolsuzluk operasyonlarından söz etmiyorum; bunlara, daha küçük boyutlarda da olsa alışığız. Eh! Türkiye “büyüdükçe”, neoliberal pervasızlık, ahlâksızlık dünyayı, Türkiye’yi sardıkça, para dünyanın ve bizim Müslüman muhafazakârlarımızın da tek ortak tanrısına dönüştükçe, kirlenmenin çapı da büyüyor.
Geçen hafta yazı yazamadım, kendimi bir lağım çukurunda umutsuzca debelenen kedi yavrusu gibi hissediyordum. Beni umutsuzluğa sevk eden; şu anda Hükümet ile Cemaat arasındaymış gibi görünen savaşta iki taraftan da fışkıran sorumsuzluk, ilkellik, pislik, komploculuk değildi sadece. Bu ülkede yaşayanların tümünün, hepimizin bilmeden, istenmeden de olsa kirlenmekte olduğumuzu görmekti. Ne demek istediğimi anlayabilmek için medyanın haline bakmak; Erdoğan’ın, AKP’nin ya da Cemaat’in koşulsuz savunuculuğuna soyunmuş kimilerinin, kendi taraflarının pisliklerini örtmek için canhıraş, bir o kadar da izansız, tutarsız, hepimizin aklıyla alay eden yırtınmalarını hatırlamak yeter. Başbakan’ın, sadece kendisini, sadece iktidarını değil Türkiye’yi de bütün dünyaya rezil eden konuşmalarının üslubunu, hastalıklı komplo teorilerinin zavallılığını hatırlayın. Milyonlarca temiz, inanmış insanın gözlerinde büyüttükleri, inançla bağlandıkları Fethullah Gülen’in düştüğü kontrolsuz, zavallı, acınacak halleri hatırlayın. Her şeyin sallandığı, yıkıldığı, kirlendiği böyle bir ortamda insanların ruh sağlığını, aklıselimini, temizliğini, siyasal liderlerine, kanaat önderlerine güvenini, saygısını, vb. koruması neredeyse olanaksız. Böyle dönemlerde kitleler ya boşluğa düşüp nihilizme kapılırlar ya da gözü bağlı yandaşlığa sığınır, asker olur, yönetenlerin pisliklerine bulaşırlar.
İşte bu yüzden, Hükümet-Cemaat kavgasını ellerini ovuşturarak“Yesinler birbirlerini” diyerek ve bundan siyasal rant umarak keyifle izleyenleri de, “yedirtmeyizci” Erdoğan amigolarını da anlamakta güçlük çekiyorum. Kavganın dalgalandırdığı lağım sularında hepimiz kirleniyoruz. Onlar tepişirken, ülkenin ekonomik durumundan dış itibarına, devlet kurumlarından siyasal istikrara, ruhsal halimizden iç huzurumuza, cebimizdeki üç kuruşumuzdan işimize aşımıza, en önemlisi de ahlâkımıza kadar her şeyimiz aşınıyor; farkında değil misiniz?
“Yedirtmeyiz”ciler ise, korumaya çalıştıkları Erdoğan’ı yanlış istihbaratlarıyla, yanlış yönlendirmeleriyle, onun burnundan kıl aldırmama uğruna ülkeyi ateşe verebilecek karakterini görmezlikten gelip hatalarına hata katmasına katkılarıyla başkanlarını asıl kendilerinin lokma yaptığını nasıl fark etmiyorlar, gerçekten şaşıyorum. Bazen bilerek yaptıklarını, asıl “çete” mensuplarının böyleleri olduğunu bile düşünüyorum. Bakanlara kadar uzanan son yolsuzluk soruşturmaları, iddia ettikleri gibi Erdoğan’ı ve hükümetini hedefleyen bir komploysa, Başbakan’ın bu işten tertemiz sıyrılmasının tek yolu; komplo dedikleri iddiaların anında üzerine gitmek, söz konusu bakanlara anında işten el çektirmek, yargının önünü açmak değil midir? Bunun yerine, soruşturmaları kovuşturmaları engellemek için hiçbir demokratik düzende ve hukuk devletinde eşine rastlanmayacak, Anayasaya ve yasalara aykırı kararnameler çıkartırsanız; emniyet ve yargı teşkilatının tümünü şaibe altında bırakan görevden almalar, tayinler gerçekleştirip soruşturmaların önüne geçmeye çalışırsanız; yargıya (eskiden yapıldığı gibi arkadan dolanmaya bile gerek duymadan) açık açık müdahale edip hukuğu, adaleti katlederseniz; şüpheli konumdaki bakanlarınızı korumanız altına alıp, aklıevvel komplo teorisyeni danışmanlarınızla kotardığınız plan çerçevesinde, olayın patlak vermesinden bir hafta sonra “Vallahi billahi hepsi komplo, biz masumuz” dedirtirseniz; halkınızı son derece budalaca kotarılmış, sizden öncekilerin, mesela askerlerin de can simidi ve sakızı olan uluslararası komplo masallarıyla uyutmaya çalışırsanız inandırıcılığınız da saygınlığınız da kalmaz.
Lafı esirgemeyelim; iktidar çevreleri ve yandaşları, iktidarlarını pekiştirene kadar şimdi çete dedikleri, vatan hainliklerinden girip ahlâksızlıklarından çıktıkları, uluslararası komplonun iç uzantısı saydıklardı Cemaat yapılanmasından pek memnundular. Birbirlerini yere göğe koyamıyorlardı, görünüşte can ciğer kuzu sarmasıydılar. Yargıdan, emniyetten YÖK’e, başta eğitim çeşitli devlet kurumlarından Doğu-Güneydoğu’daki Cemaat “in”lerine, hatta AKP’nin içine kadar uzanan yaygın Cemaat örgütlenmesinden rahatsızlıkları, Hizmet hareketinin iktidarlarına sağladığı destek karşısında dile getirilmiyordu. İttifakın en güçlü olduğu dönem darbeciliğe ve askerî vesayete karşı mücadele dönemiydi. Ordu, bürokratik oligarşi, vesayetçilik geriletilip de AKP iktidara sağlamca yerleştiğinde, iktidarın ve devletin paylaşılması gündeme geldiğinde ipler koptu.
Darbeciliğe ve vesayete karşı davalar sürerken; kendini bu davaların savcısı ilan eden Tayyip Erdoğan başta olmak üzere bütün AKP kadroları, yandaşları, medyadaki uzantıları, bugün 28 Şubat’ı aratmayan operasyonlar yaptıkları yargıdaki, emniyetteki, devletteki Cemaat kadrolarını ve tetikçilerini öve koruya bitiremiyorlardı. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Oda TV, vb. gibi minarenin kılıfa sığmadığı davaların mesnetsizliğini; kuşkulu delilleri, yargılamaların -özü doğru ve haklı bile olsa- hukuk kuralları ve adil yargılamayla uyuşmadığını dile getirenler püskürtülüyordu. Tayyip Erdoğan’ın siyasî başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın, Cemaat’i kastederek “Kendi ülkesinin ordusuna kumpas kuranlardan hayır gelmez” sözü yüzlerce örnek sıralamayı gereksizleştiren bir beyandır. Çünkü orduya karşı bir kumpas kurulmuşsa (ki ulusalcı kesimlerin, darbeci-vesayetçi zihniyetin iddiası da buydu zamanında) bu kumpası kuranlarla birlikteydiniz, suç ortağıydınız. Şimdi aynı yapılanma, aynı merkez, hatta kişi kişi aynı kadrolar bakanlarınızı, iktidarınızı, pisliklerinizi soruşturduklarında, dava açtıklarında, tekerinize çomak soktuklarında, Ergenekoncu dediklerinizin sözlerini eski ortaklarınıza karşı aynen siz tekrarlıyorsunuz.
Öte yandan, bir haftadır olup bitenler karşısında CHP-MHP-Ulusalcılar cephesiyle hükümet cephesinin yer değiştirmesi de ibret verici. Dün darbe-vesayet davaları karşısında, savcıları, yargıyı, emniyeti cemaatçilikle suçlayıp topa tutanlar, bugün Cemaatçi dedikleri, sahtekârlıkla, hukuksuzlukla, yetersizlikle suçladıkları savcıları, hakimleri, emniyet mensuplarını yere göğe sığdıramıyorlar. Siyasetin istinasız bütün kesimlerini sarmış olan çifte standardın utanç verici örnekleriyle karşı karşıyayız.
“Çürümüş bir şeyler var Danimarka Sarayı’nda” diyen Hamlet’ten alıntıyla “Çürümüş çok şeyler var TC. Devleti’nde” diyorum. Ve son günlerdeki Hükümet-Cemaat savaşının bu çürümenin nedeni değil sonucu olduğunu düşünüyorum.
Devlet aparatının parçalanmasını, devletin sönümlenmesini hedef alan Marksist-sosyalist teoride egemenlerin baskı aracı olarak tanımlanan devlet, bugün de varlığını ve gücünü koruyor. Ancak, yüzyılımızda devletin tanımında ve yapısında değişiklikler yaşandı yaşanıyor. Hukuğun üstünlüğüne, birey haklarına dayanan demokratik ülkelerde çağdaş devlet, toplumun düzenini sağlamakla yükümlü hizmetkâr yapının adıdır. Görevi ve varlık nedeni, yurttaşların eşitlik temelindeki hak ve özgürlüklerini güvence altına almak, güvenliklerini ve esenliklerini sağlamak, hizmet sunmaktır.
Devlet ister faşist, ister komünist, ister Kemalist, ister İslamcı, ister başka bir dinsel veya inanç temelinde olsun “ideolojik” bir yapıdaysa, eşitlik temelinde hizmet veremez. Kendisi ideolojik bir odak haline gelir ve bağlı olduğu ideolojik hat’tı izleyerek, diğer kesimler üzerinde hukuk dışı despotik baskı kurar.
Öncesini ve derin devlet teorilerini bir yana bırakarak bu yazı çerçevesinde özetlersek, Türkiye’de devlet hep ideolojik yapıdaydı, halen de öyledir. Cumhuriyetten bu yana laik Kemalist ideolojinin kuşattığı vesayetçi devlet sancılı bir şekilde el değiştirirken, evrensel değerler temelinde demokratik, eşitlikçi, çağdaş hukuk devletine değil özünde aynı despotizmle malul başka bir ideolojik yapıya evrilmektedir. Son günlerde yaşananlar, aynı ideolojik kökenden gelen farklı kanatların devlete hakim olma savaşıdır.
İdeolojik iktidarların egemen olduğu devletler, tarihsel örneklerin de gösterdiği gibi özgürlükçü, eşitlikçi, adaletli, hukukun üstünlüğüne dayalı hizmet aygıtları olamazlar. Belli bir ideoloji uğruna toplumu biçimlendirmeye çalışırken kendi ideolojilerinden yana olmayan bütün kesimleri ve birey yurttaşı ezerler. Bu türden yapıların boğazına kadar yolsuzluğa haksızlığa batmaması, çürümemesi olanaksızdır. Bir ideolojinin sahipleri gider öteki ideolojinin egemenleri gelir, çürüme sürer. Bir süre sonra da devletin yeni sahipleri eskilerin postuna bürünürler.
Peki bu sarmaldan kurtulmanın, yani devleti demokratikleştirmenin, ideoloji körü hizmet aygıtı haline getirmenin çaresi nedir? Zaten uzamış bu yazıya son verip, becerebilirsem gelecek yazıda birlikte düşünmeye, tartışmaya çalışayım.