Bu yazı yazıldığı sırada, İdlib'i de aşacak, ülkeyle birlikte bölgeyi de ateşe atacak sürecin olumluya evrileceğinin hiçbir işareti yok. İlk hedefiniz Şam! çığlıkları atan aklını yitirmişler korosu eşliğinde harekât Suriye ile savaşa dönüşüyor. Bir mucize gerçekleşmezse sağduyusunu, vicdanını, izanını yitirmiş amok koşucusu bir zihniyet şehitlere şehitler katmaktan, komşu ülkeyi yakıp yıkmaktan, ölüleri taneyle saymaktan ve ne kadar çok insan öldürüldüğüyle övünmekten geri durmayacak.
İdlib'de, Libya'da, sınırlarımızın ötesinde yaşamlarını yitiren çocuklarımız; iktidar hırsı, fütuhatçı emeller, baştan sona yanlış bir dış siyaset anlayışı uğruna komşu ülkeye ölmeye ve öldürmeye gönderilen canlarımızdır.
Şehitlerimize yüreğimiz kan ağlarken, uykularımız uyku olmaktan çıkmış, gündüzümüz kararmışken bir de binlerle öldürülen Suriyeli çocukları, askerleri düşünelim. Bir an, ülkemizin aynı duruma düştüğünü varsayalım. Bir yabancı ülke, "Başınızdakiler kötü, gaddar, halka zulmediyor" diyerek meşru iktidara karşı cihatçıları, teröristleri silahlandırıp örgütlese, ülkenin bir bölümünü ele geçirmeye çalışan cihatçıları, ayrılıkçıları destekleyerek meşru yönetimi düşürmek için çatışmalara katılsa, sınırlarımızdan kilometrelerce içeri girip topraklarımıza asker yerleştirse ne olurdu, nasıl tepki verirdiniz?
Böyle bir felaket durumunda, tümüyle muhalif olduğum, ülkeye zararlı bulduğum, bir an önce değişmesini istediğim iktidarın yanında yer almakta ve savaşmakta bir an bile tereddüt etmezdim. Düşmanla işbirliği yapanlar, bu kirli savaştan çıkarı olanlar hariç, kimsenin de tereddüt etmeyeceğinden kuşkum yok.
İdlib'de, Libya'da ne işimiz var sorusu iktidarın fena halde canını sıkıyor. Soranlara hainden şerefsize çeşitli hakaretler yağdırılıyor, olmadı gözaltılar, tutuklamalar kapıda bekliyor. Ancak benden söylemesi: bu soru her şehit haberinde biraz daha yaygınlaşıyor. Çünkü Libya'da, hele de canımızı yakan İdlib'de; Fırat'ın doğusunda olduğu gibi PKK/PYD (özünde Kürt) umacısına başvurmak ne mümkün ne de işlevsel. Bu yüzden, göçmen akınını önlemek, sivil halkı korumak, sınır güvenliğini sağlamak gibi gerekçelere sığınılıyor. Ama artık bu gerekçeler yeterli olmuyor, Türkiye'nin Suriye iç savaşına boylu boyunca dalışının ve Suriye topraklarında cihatçı, Nusra'cı terör örgütleriyle mücadele ederek ülkelerinin toprak bütünlüğünü sağlamaya çalışan Suriyelilerle savaşmasının, orada askerlerimizin şehit olmasının kitleleri ikna edici, inandırıcı bir gerekçesi yok. Gerçekleri saklamaya, çarpıtmaya çalışan düzmece haberler ve yorumlar da artık inandırıcı olmuyor.
Anlaşıldığı kadarıyla şehitler tepesinin boş kalmaması, kanla sulanmayan toprağın arazi olması gibi içi boş hamasi sözlerin ardında Türkiye'nin sınırlarını güneye doğru "de facto" 30-35 kilometre genişletip, bu bölgenin demografisini bütünüyle değiştirip (son dört yılda bu konuda çok yol alandı zaten) orada İhvancı Sünnî Müslüman bir nüfuz bölgesi kurma niyeti ve Osmanlı fütuhatçılığı hayalleri var. Ama hemen söyleyelim: Bunu size yedirmezler ve olan sadece bu politikanın mimarlarına değil hepimize, bütün Türkiye'ye olur.
Suriye iç savaşına önce bulaşıp sonra boylu boyunca girmek ülkemize maddi manevi çok büyük zararlar verdi, son gelişmeler zararın telafi edilemez boyutlara varacağını gösteriyor. Yitirdiğimiz evlatlarımız, yaşanan manevî acılar (ki muktedirler kayıplarımızın acısını bizler kadar yüreklerinde duysalardı asla bu yolda gitmezlerdi) telafi edilemez. Bire karşı bin kişi öldürdük demekle şehitlerimiz geri gelmez, üstelik öldürdüklerimizin kanı da ellerimize bulaşır. Savaşın ekonomiye etkilerini, silahlanmanın ve savaş ekonomisinin millî serveti nasıl erittiğini, savaştan nemalananlar dışında halkı nasıl yoksullaştırdığını anlatmaya gerek yok. İnsanlar açlıktan, umutsuzluktan intihar ediyorlarsa, cebimize yansıyan halkın enflasyonu, yani gerçek enflasyon yüzde 80'lere dayanmışsa, (abartmıyorum, son bir yıldır ihtiyacım olan ve hiçbiri lüks madde kategorisine girmeyen bütün ürünlerin ve hizmetlerin fiyatı yüzde 60 ile yüzde 100 arasında arttı) bunun en önemli nedenlerinden biri, hatta en önemlisi savaş ekonomisi ve savaş atmosferidir.
Daha fazla şehit vermeden, komşu ülkenin topraklarında sürdürülen savaşın insanî, vicdanî sorumluluğu dökülen kanlarla ağırlaşıp omuzlarımıza yüklenmeden sağduyu ve izana dönmenin zamanıdır.
Bu ülkenin barıştan yana gerçek yurtseverleri, hangi kesimden, hangi siyasetten olurlarsa olsunlar savaşın sonlandırılması, askerlerimizin bölgeden çekilmesi için çağrı üstüne çağrı yapıyorlar. Biliyorum; Suriye'de durum öylesine karıştı, öylesine kördüğüm oldu ki, bu çağrılar hayalci, gerçek dışı görülüyor. Oysa Türkiye'yi yönetenler Suriye topraklarında ilerlemekten, bir ülkenin iç savaşında cihatçılardan, terör örgütlerinden yana saf tutmaktan, yayılmacı heveslerinden vazgeçebilseler, kalıcı barış için Suriye yönetiminin de katılacağı bir diyalog masasına otursalar savaşsız, kansız, temiz bir çözüm pekâlâ bulunabilir. Üstelik, kendi emelleri uğruna Türkiye'yi kullanmaya kalkışan, oyuna getiren, türlü kumpaslar kuran doğulu batılı bilumum emperyalist güçlerin elleri de böğürlerinde kalır. Türkiye de bölge de, mülteci sorunu başta bir sürü beladan adım adım kurtulabilir.
İktidar barışçı çözüme yanaşır mı? Doğrusunu söylemem gerekirse amaçlarını, zihniyetlerini bildiğim için, hele de son vahim gelişmeleri izleyince pek umudum yok. Ama muhalefet, "millî birlik" zokasını yutup iktidarın dümen suyuna girmeden, savaş değirmenine su taşımadan bu yıkıcı siyasetin karşısına kitlelerle birlikte güçlü bir barış cephesi olarak dikilirse, işte o zaman ülkemizin de, bölgemizin de kaderi değişir.
Son söz: Günümüzde devletlerin gücü korku yaratmalarıyla, yayılmacılıkla, toprak kazanmakla değil dünya ve bölge barışına sağladıkları katkıyla, halkının refahını, huzurunu, özgürlüğünü artırmakla ölçülür. Suriye krizinde tarih ve insanlık önünde tek gerçek ve kalıcı zafer; silahları susturan, kanı durduran, savaşı sonlandıran tarafın olacaktır.