Millî hassasiyet, ulusal onur uyarıları, kamu vicdanı vurguları, kamuoyu yoklaması sonuçları, provokasyon endişeleri, kırmızı çizgi dellenmeleri...Bırakın hepsini bir yana. Kulaklarınızı tıkayın, tümünü yok hükmünde sayın; sezgilerinize, umutlarınıza, sokaktaki insanlara, halka güvenin: Türkiye halkları, Türkiye insanları, Kürdü, Türkü, doğusu, batısıyla Türkiye barışa hazır. “Ne yaparsanız yapın, kiminle görüşürseniz görüşün, iş ki bu kanı durdurun, savaşı bitirin” sözleri, milyonlarca ağızdan dalga dalga yayılarak ortak dileğimizin ve özlemimizin adı oluyor. Yıllardır şahit olmadığımız geniş toplumsal ortaklaşma nihayet bu dilekte gerçekleşiyor.
Pembe hayallerle kuşatılmış, “Hep beraber, lay lay, lay” naifliğinde bir duygudan söz etmiyorum. Toplumu bu noktaya getirenin, ölümler ve kayıplar karşısındaki çaresizlik, çözümsüzlük, canına tak etmişlik olduğunu biliyorum. Ama, çözüm ânının bıçağın kemiğe dayandığı ân olduğunu da biliyorum. Nicel birikimin nitel sıçramaya dönüştüğü ân... İçinde yaşadığımız somut koşullarda, nitel sıçrama toplumda kabaran barış ve çözüm umuduna doğru oluyor. Aksi de olabilirdi, kendimizi bir iç savaşın, yıkımın, kanlı ayrılıkların ortasında bulabilirdik. Bir dizi tarihsel-toplumsal- siyasal-psikolojik etmen, eğrisi doğrusuna geldi, bu tarihsel kesitte/ ânda yıkımın engellenebileceği umudunu bir kez daha yeşertti. Ancak ânlar geçicidir, kaçırıldı mı bir daha kolay kolay yakalanmaz. Ve tarih kaçırılan momentlerin acı deneyimleriyle doludur. Bu acı deneyimlerden birini daha yaşamak istemiyorsak ânı heba etmememiz, çözüm için atılacak adımı ertelemememiz gerekiyor.
Kof ajitasyon, siyasal abartı, ideolojik saptırma değil bu sözler: Türkiye ezici çoğunlukla gerçekten de barışa hazır. Üstelik barışın ve çözümün kolay olmayacağını, bugünden yarına olmayacağını, ezberleri bozmak, bağrına taş basmak gerekeceğini bildiği halde “Ne yaparsanız yapın, savaşı bitirin” diyebiliyor. Tabii ki içi-içeriği boşaltılmış parlak hamaset sözcüklerinin esiri olan, kanın kanla, intikamın intikamla yuğulabileceğini sanan, bunca evladımızın canına mâl olan, bunca yıkım, bunca kayıp getiren kirli savaşı millî değer olarak yücelten bir kitle de var. Onlar önümüzdeki günlerde seslerini alabildiğine yükseltecekler. Kürt sorununun barışçı çözümünün vatana ihanet olduğunu haykıracaklar, şehitlik edebiyatına hız verip kan ve ölüm üzerinden siyaset yapacaklar. En iyi temsilcisini MHP Genel Başkanı Bahçeli’de ve benzerlerinde bulan bu zihniyetin onların saldırgan şiddet diliyle değil yürek, akıl ve vicdan diliyle geriletilmesi yine bize düşecek.
Düşünüp hatırlayalım: Otuz yıl önce, yirmi yıl önce, on yıl, hatta beş yıl önce, belki de daha geçen yıl, sadece Kürt sorununda değil başka birçok konuda nasıl da farklı düşünüyor, farklı konuşuyor, farklı hissediyorduk. Belki daha sert, daha öfkeliydik, belki yüreklerimiz de kırmızı çizgilerimiz de daha dardı. Belki tam tersiydi, gelişmeler kimilerini biledi, sertleştirdi. Bireyler olarak hepimizin ayrı bir hikâyesi vardır, ayrı bir gelişme çizgisi vardır. Söylemek istediğim: tıpkı dünya gibi, zaman gibi, tarih ve toplum gibi insanların da aynı kalmadığı. Yaşamın, ölümün, acının, geçen zamanın hepimizi eğittiği. Ben kendi payıma, Kürt halkının mücadelesine bakışımda, siyasal gözden yürek gözüne doğru bir gelişme saptıyorum. Otuz yıl, hatta kırk yıl önce siyaseten savunduğum doğruların (ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, ezilen halkların yanında olmak, vb.) ne kadar doğru olsalar da insanı anlamakla, vicdanın bakışıyla tamamlanmadıkça eksik kaldığını, dış gözün soğukluğunu yansıttığını görüyorum. Bir başkasının konuya bakış eğrisi, düşünsel-duygusal gelişmesi farklı olabilir. Demem o ki, yaşadıklarımız sadece düşüncelerimizi değil, duygularımızı da eğitiyor. Kimimiz ideolojik veya nostaljik takıntılarla kabuğumuza çekilip kendimizi dışarıya kapamayı, yaşamın öğretici derslerinden sınıfta kalmayı marifet, hatta erdem sayıyoruz ve içten içe çürüyüp koflaşan bir ağaca dönüştüğümüzü fark etmiyoruz.
Daha geçen yıl bu zamanlar, “Ne demekmiş anadilinde eğitim, anadilde savunma da neymiş, bunlar bölücülük” diyen bir arkadaşım, bugün “Bu sorun çözülsün, insanın anadili yasaklanamaz” diyorsa; bir başkası daha birkaç yıl önce “dağdaki eşkiya” derken bugün “Dağdakiler de ana kuzusu, onlar da kendi halkının şehitleri” diyebiliyorsa, şehit cenazelerinde şehit yakınlarının intikam çığlıklarının, bir oğlum daha var onu da şehitliğe göndereceğim hezeyanlarının yerini hızla “Bu savaşı bitirin, başka anaların babaların canları yanmasın” yakarışları alıyorsa, yaşam ve ölümle eğitildiğimizdendir. Türkiye halkı da barışın önemini ve tek çıkar yol olduğunu otuz yıllık deneyemiyle öğrendi, öğreniyor. Savaş tamtamları çalanların sesi barış haykırışlarıyla bastırıldığı oranda, daha da iyi ve sağlam öğrenecek.
Peki siyasetçiler Türk ve Kürt insanları kadar hazırlar mı barışa? Hazırlar ki adım attılar, riske ettiler, diyeceksiniz. Haklısınız. Daha birkaç hafta öncesine kadar Kürtlerin haklı istemlerine, mücadelelerine, siyasi hareketlerine karşı nefret söyleminden başka söz bulamayanların bu gün çözümden söz etmelerine bakacak olursak, gelinen noktayı hiç küçümsememek gerek. Yine de içim rahat değil, “endişeli ve ihtiyatlı” barışçılıktan kurtulamıyorum. O eşref ânın (momentin) yine ve artık sonsuza kadar kaçırılacağı kuşkusunu atamıyorum içimden. Muktedirlerin, siyasilerin sözlerine, söylemlerine kulak verdikçe, bunlarınki istek, umut, özlem değil mecburiyet diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Kürt meselesinde barış ve çözüm gibi hayatî bir konunun yürekten değil mecburiyetten istenmesi; çözümün her ân siyasî hesaplara kurban edilebileceği, iktidar terazisinin kefesinde barış hafif kalırsa, oy ve iktidar hesaplarıyla çözümün olmazsa olmazlarından vazgeçilebileceği korkusu yaratıyor.
Biliyorum; bu ülke çökmemek, dağılmamak, insanî değerlerini yitirmemek için barışa mecbur. Bunun, iktidarıyla muhalefetiyle (partilerin kendi içlerindeki milliyetçiler ve MHP gibi istisnalar bir yana) siyasetçiler tarafından anlaşılmış olmasını azımsamamak, değerini bilmek gerek. Yine de, Başbakan’dan başlayarak iktidar partisi sözcülerinin üsttenci, seçmen kitlelerine karşı ürkek, korkmayın canım, hele bir silahı bıraksınlar da sonra düşünürüz havasındaki, görüşmeyi uzlaşmayı daha başlamadan kapatan “AK Parti iktidarında af veya İmralı’ya ev hapsi olamaz” sözleri, daha niceleri, kaygılarımın paranoya olmadığını gösteriyor. Barışa doğru adım atma cesareti gösterilirken kamuoyunun hazırlanması adına kullanılan üslup siyasî dengelerin ve oyların korunması ağırlıklı. Oysa yüreklere, vicdanlara, insanlara seslenmek gerek. Bunun için de barışı yüreğinde, vicdanında duymak gerek.
Okuyan, duyan, dinleyen olursa, Türk-Kürt bütün siyasilere, bütün muktedirlere söylemek istediğim: Korkmayın; Türkiye halkı barışa sandığınızdan çok daha fazla hazır, hem de yüreğiyle. Daha da iyi hazırlanması için, sizlerin de barış ve çözüm isteğini siyasal hesaplarla değil insanî, vicdanî duygularla seslendirmeniz gerek. Korkmayın; bu ülkede barış için adım atanlar, çözüm için fedakârlık edenler, kırmızı çizgilerini genişletebilenler kazanacak, barış ve çözüme direnenler kaybedecek. Bu ânı yitirmeyelim, yitirirsek sorumlusu halk değil sizler olacaksınız.