"Serum takmak" veya "serum taktırmak" hastanelerimizde, muhtemelen, en sık kullanılan terimlerdir. Hastaların gözünde serum takılması "ciddi" bir tedavinin ayrılmaz parçasıdır. Serum takılmamışsa hastanın şikayetlerine gerekli önem verilmemiş ve dolayısı ile de tedavi eksik yapılmıştır. Serum takmayan hekim iyi hekim değildir diye düşünen bazı hasta yakınları açısından ise bu davranış hekime şiddete gerekçe sayılabilir.
Hastalar bir "grip serumu" olduğunu bilirler ve bunu almak için hastaneye gelirler. Grip serumu biz hekimler tarafından yaratılmış, içinde ateş düşürücü ilaç bulunan bir serum olup gerçekten de hastanın şikayetlerini düzeltir. Oysaki hasta evinde yeterli sıvı alıp, ateş düşürücü ilacını da ağızdan alsa aynı sonuç elde edilecektir ama serum taktırmanın büyüsü farklıdır. Böylece yakınlarına ne kadar hasta olduğunu kanıtlama imkanına da kavuşmuş olur.
Bu tür icatlar elbette Türkiye'de olmuyor. 1960'lı yıllarda John Myers alkolu fazla kaçıranları canlandıracak vitamin ve minerallerden oluşan bir serum geliştirmiş. İçeriği açıklanmayan "Myers Kokteyli" o kadar tutmuş ki uygulaması Japonya'ya kadar uzanmış.
Geçmiş yıllarda serumlarda artık kullanılmayan cam şişelerin içine B ve C vitaminlerinin eklenmesi yaygın olarak uygulanan bir tedavi şekliydi. Bu eklenen vitaminler şeffaf olan serumu sarıya döndürdüğü için "sarı serum" olarak bilinir ve ayrıca saygı görürdü. En azından bu uygulama ortadan kalktı ve unutuldu. Bu uygulamanın yapıldığı dönemlerde antibiyotik verdiği hastanın reçetesine vitamin eklemeyen hekim de sınıfta kalırdı. Bir hocamız "Bizim kanalizasyonlardan vitamin akar" demişti.
Serum denilen oluşum basit bir tanımlama ile içinde şeker, tuz ve bazı mineraller içeren sudan oluşur. Halkımızın gözündeki serum içinde protein, yağ, karbonhidrat gibi maddeler bulunan beslenme sıvıları değildir. Serumun en önemli görevi vücuttaki sıvı ihtiyacını karşılamak ve eğer eksikse tamamlamak, beraberinde gerekli tuz ve mineralleri sağlamaktır.
Ağızdan gıda alamayanlar ve hızlı kan veya sıvı kaybedenleri bir kenara koyarsak ağızdan yeterli sıvı alabilenlerde seruma ihtiyaç olmaz ama gel de sen bunu hastalara anlat. Çok yaygın kullanılan bir hastalık olan ishallerde, eğer beraberinde kusma yoksa, kaybedilen sıvı ve mineraller pekala ağız yolundan yerine konulabilir.
Yaz ishalleri için televizyonlarımızda uzun süre nasıl bir sıvı hazırlanacağı gösterildi. Bir litre suya bir kaşık şeker, bir kaşık tuz ve bir kaşık karbonat eklendiğinde serumun âlâsı olur ve kaybedilenlerin hepsi karşılanmış olur. Serumsuz hayat kabul edilebilir olmadığı için toplumumuz buna hiç yüz vermedi, kayboldu gitti.
Damar yolu ile vücuda sıvı verilmesinin tarihçesi çok eskilere uzanmıyor. Bu konuda ilk makale Dr. Thomas Latta tarafından 1883 yılında yazılmış. Dr. Latta İngiltere'de bir kolera salgını sırasındaki uygulamalarını anlatmış makalesinde. Daha sonra kullanıma girmiş ama yaygın kullanımı 1950 yıllarında gerçekleşmiş. İkinci Dünya Savaşı'nın bu alana katkısı da çok olmuş.
Elbette damar yolu ile tedavi daha önce de denenmiş. Bir söylenti de 1492 yılında hastalanan Papa'ya damar yolu ile sağlıklı kişilerden alınan kanın verildiği yönünde. Hem kan verenlerin, hem de Papa'nın öldüğü de söylenmekte ise de doğruluğu tartışılıyor.
1656 yılında Sir Christopher Wren ve Robert Boyle notlarında bir köpeğe damardan bira ve şarap vererek sarhoş ettiklerini yazmış. Köpek yaşamış ve, notlara göre, şişmanlamış.
Hayvandan hayvana kan transfüzyonu da çok denenmiş ama kan verilmesi din üzerinden de tartışmalı olduğu için uzun süre yasaklanmış.
Damar yolu kullanılmadan önce rektal yolla ve karın içine verilerek sıvı tedavileri denenmiş ama emilim geç olduğundan yararı hep çok sınırlı kalmış.
Artık günümüzde kan, serum verilmesi ve tedavilerin önemli bir kısmı damar yolu ile yapılıyor. Bu uygulamanın, her tıbbi girişimde olduğu gibi, sakıncaları da var: kanama, pıhtı atılması, damarın tıkanması ve iltihaplanması olası sorunlar arasında. Varsın olsun, serumsuz yapamayız.