Yine P24 ve K24 işbirliğiyle düzenlenmiş, bir etkinlikten söz edeceğim…
Şimdi dostlar, bunu bir serzeniş olarak almasınlar ama çoktandır haberdar olmak istediğim bu oluşumlara ancak şimdi oluyorum…
Frenkler buna mieux vaut tard que j’amais (bizdeki 'geç olsun, iyi olsun' deyişinin muadili) yani hiç (olmaması) yerine, geç (olması) iyidir, derler…
Bizim coğrafyalarda demek ki kısmet şimdiymiş ya da meseleye biraz daha ‘occulte’ imada bulunmak isteyenler de demek ki şimdi olacakmış ve şimdi oldu derler…
Neyse, daha fazla üstünde durmayalım ve gazetecilik mesleğinin (ki buna Hasan Cemal ağabey gazeteci milleti der), yoğun siyasi ve iktisadi baskılar altında inlediği bir dönemde, yazı yazma-haber yapma bağımsızlığı desteklemek - geliştirmek amacıyla başlatılan P24 girişiminin özellikle ve de K24 ile bir etkinlik düzenlenmişti.
İsveç’in İstanbul Başkonsolosluğu’nun ev sahipliğindeki bu etkinlik; bir süredir başlamış Mehmet Ali Birand konuşmaları adıyla anılan konferanslar dizisine dâhildi böylece…
Nasıl rahmetlinin adına ithaf edilmesin ki, bence çok isabetli bir karar…
Vefatı münasebetiyle yazmıştım, bilmeyenler için naçizane özet hatırlatacağım…
Ülkemizde, sürekli tekrarlanan, doğru olmayan hatta tamamen hakikatin ters yüz edilmiş söz - söylemler var ve hep olmuştur; buna itiraz edenlerin seslerine pek muteber edilmez, zira hakikati bu şekilde ters yüz etmek, çokların işine gelir ve o yanlış hatta yalan, tekrarlana – tekrarlana yıllar, on yıllarca tekrarlanır, yazılır durur…
İşte bunlardan biri de (artık bu bir iki çatlak ses dışında tamamen kesilmiş durumda, mızrak çuvala girmedi çünkü!) Ermenistan’ın Türkiye’den toprak talep etmesi palavrasıydı…
Maalesef, basınımızda birçok tanınmış isim de yok Erivan’daki Dışişleri ya da bir Müze’nin duvarlarında tarihi bir harita olduğunu, haritada bugünkü Türkiye’nin de Ermenistan sınırları içinde gösterildiğini ve daha nasıl ama nasıl, hakikaten gülünç gerekçelerle bu savı doğrulamak istediklerine şahit olmuşumdur… Ya da Bağımsızlık Deklarasyonu’ndaki bir-iki cümleyi filan göstermişlerdir. Uygun bir zamanda bahsederiz ayrıntılarla…
Yine Strasbourg’da her üç ayda bir düzenlenen Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi oturumlarından birindeydik; oturum günlerinde resmi konuk olan Ermenistan Cumhurbaşkanı, Sayın Robert Koçaryan’a Ermenistan’ın Türkiye Cumhuriyeti’nden herhangi bir toprak talebi olup olmadığını, tüm gazetecilerin (buna Türkiye basını da dâhil) gözü önünde sormuştum… Koçaryan gülerek Türkiye’den toprak talep etme konusunun, tarihin karanlığında kalmış bir konu olduğunu, BM, AGİT ve Avrupa Konseyi’ne üye olurken, hiçbir ülkeye bir karış toprak vermelerinin konu olmadığı gibi, hiçbir ülkeden de talepleri olmadığını uluslar arası anlaşmalarla defalarca imzalayıp, bu işin kapandığını söylemişti. Koçaryan ayrıca, eski / hâlâ vatandaşlıklarını koruyan Ermenilerin, kanıtları olduğu takdirde, ebeveynlerine ait mal ve mülkler için dava açabileceklerini, bunun için soykırımın resmen kabul edilmesini beklemeye gerek olmadığını, birbiriyle alakası olmayan konular olduğunu da eklemişti.
Uzatmayayım, en ufak fırsatta, ırkçı zehir kusmanın rayting kazandıracağı belli zamanlarda her tür ‘zapt edilmemiş söylemlerle’ Ermenileri (genelleştirerek) aşağılama refleksine haiz gazetelerimizde ‘çıt’ yoktu. Yani 16 puntodan sürmanşet yapılması gereken bu demeç sanki hiç söylenmemiş gibiydi. Ne gerek vardı? Herhangi bir siyasi krizde, dikkat dağıtmak için, Ermeni düşmanlığını, adeta can simidi gibi kullanan gazetelerin bu malzemesi yok olacaktı böylece… İyisi mi, sağır ve körlüğe devam etmekti… Ama işte Birand’ın farkı buradaydı… O kör, sağır, dilsizleri oynamayan tek (ana akım) medya mensubuydu…
Sadece Özgür Gündem (ve şürekâsı olan, adını sık değiştirmek zorunda olan aynı) gazetesi, haliyle bunu vermiş hatta manşet yapmıştı…
Kısaca söyleyeyim, Türkiye’den cep telefonuma sekreteri Mehmet Ali Birand görüşmek istiyor demiş; nihayetinde sorduğum soruya verdiği cevap üzerine, Erivan’a Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan ile özel bir röportaj yapmaya yollamıştık üstadı…
Tabii ki Koçaryan, Erivan’da da, aynen tekrarlamıştı Strasbourg’da dediklerini hatta Birand, kulaklarına inanamayıp tam dört kez soruyu sormuş ve her defasında aynı cevabı almıştı. 32. Gün’de yayımlanmış ama yine yazılı basında ‘çıt’ yoktu… Kan dondurtan bir şeydi bu…
Ama nafile, artık onlarca yıl, Türkiye basın-medyasında, bazılarınca, tekrarlanan bir yalanın köküne kibrit suyu dökülmüştü…
Bizzat payım olduğu için bunu hatırladım; yoksa 12 Eylül, PKK-Apo, Demirkırat (Can Dündar, Bülent Çaplı ile), İhtilâlın Pençesinde demokrasi ve nice örnek verebilirdim…
Dolayısıyla, P24’ün başlattığı bu konferanslar dizisinin Mehmet Ali Birand konuşmaları adını taşımasından dolayı, Hasan Cemal, Yasemin Çongar, Yavuz Baydar, Andrew Finkel, Doğan Akın, Hazal Özvarış, Murat Sabuncu’ya teşekkür edilmesi gerektiğini düşünüyorum…
* * *
İsveç’in İstanbul Başkonsolosu, Jens Odlander ve Amerikalı gazeteci, Andrew Finkel’in açılış konuşmalarından sonra, Can Dündar bir teşekkür konuşması yaptı. Sayın Cemre Birand ise Birand 3 Mart 1987’de Milliyet’te Kürt sorununu askeri hareketle çözemeyiz diye yazmıştı; üzerinden 19 yıl geçmiş, geldiğimiz noktaya bakın. Ne değişti? Önce gazetecilerin üç tasası vardı. 1) Toplu Sözleşme ne zaman olacak? 2) Nasıl atlatma bir haber patlatırım 3) Transfer olacak mıyım, olursam, nereye ve ne kadar pay alırım? Bugün ise 1) Terör’e kurban gider miyim? 2) Cumhurbaşkanı’na (veya başkasına) hakaret etmekten dava açılır mı? 3)Geleceğim ne olacak? diyordu, zarif Cemre hanım…
Ortadoğu’ya mensup halk/halkların sosyolojisini, geçmişten bugüne gelişimini, bugünkü hal - ahvalini anlamamız açısından, manidar bir konuşmaydı, Suriyeli kadın gazetecininki…
BBC’nin, bilinen ‘tarafsız’ gazetecilerden biriydi, Arapça servisinde, Londra’da… Bir süre sonra, çok saygı duyduğu BBC’e rağmen, temel insan hakları talebinde bulunan halklara, soykırımla cevap veren yönetimlere karşı ‘tarafsız’ kalamayacağını anlayıp, artık ‘kötü bir gazeteci’ olma serüvenini anlattı, cengâver, her anlamda güzel gazeteci, Zaina Erhaim…
IŞİD’in haberlerini yaparken ‘tarafsız’ olmayı çabalayan, bunun için kurbanların ‘iddia’ ve ‘ithamlarını’ karşılaştırmak için, IŞİD’in liderlerinin sözlerinden alıntı yapmak ihtiyacı duyan batılı gazetecileri anlatıyordu, acı-acı gülme ve hüzün ortamı yaratarak salonda…
Konuşmanın, baştan sonuna kadar, yayımlanması gerekir bence ama özet olarak; Suriyeli olmak zaten bir yük cümlesinde, Suriyeli yerine başka bir aidiyeti koyabilirsiniz… Rahatlıkla… Çünkü şöyle diyor… Muhalif bölgelerinde yağan bombaların altında, yaşam-ölmenin şansa bağlı olduğu ve orantısız silahlı grupların içinde kadın gazeteci ve askeri-ataerkil toplumda kadın olmanın güçlüklerini ekleyin. Ailem bu ancak çılgın işi diyor…
Sözlerini dünyanın kendilerini önemsemediğini iyi bilen, uluslar arası barışçıl bir müdahaleyi bekleyecek kadar saf olmayan; müthiş işler başaran, cesur yurttaş gazetecilerin sesini duyuran birisi olduğunu söyleyerek bitiriyordu…