European Economic Association tarafından dünyanın en önemli 1000 ekonomisti arasında 107. sırada gösterilen Prof. Dr. Vefa Tarhan, söyleşimizin ikinci bölümünde artan konut kredisi kullanımına dikkat çekiyor. Tarhan, "Türkiye'de bir konut balonu da söz konusu. Eğer böyle bir şey ortaya çıkarsa, bu ekonomi için başlı başına büyük bir tehlike yaratacak" diyor. Tarhan, ekonomideki yavaşlamayla birlikte işsizliğin artmasının beklendiği bir dönemde, kredi kullananların ödeme güçlüğü çekmesini sonucunda hem konut fiyatlarında büyük bir düşüş, hem de finansal sektörde bozulmalar olacağını savunuyor.
Prof. Tarhan, söyleşimizin dünkü bölümünde ekonomi yönetimine eleştiriler yöneltirken Merkez Bankası'nın faizleri düşürmesinin küresel aktörler tarafından "mantıklı bulunmadığını", büyümenin frenlenmesinin "hükümetin bilinçli verdiği bir karar olmadığını" savunmuş, "faizlerin düşürülmemesini ve kavram olarak kesinlikle yüksek hızlı büyüme politikasına dönülmemesini" önermişti.
Tarhan'ın T24 için yönelttiğimiz sorulara verdiği cevapların ikinci bölümü şöyle:
- Dolaylı vergilerin regresif niteliği yaygın olarak biliniyor ama dolaysız vergilerin bu niteliğinin olabileceğini bilmiyordum. Ne demek istediğinizi açar mısınız?
Malesef, ülkemizde dolaysız vergilerin yükünün bile -daha az da olsa- yine de orantısız olarak sabit gelirlilere yüklendiği görüşündeyim. Devletin tahakkuk eden vergilerin yarısını bile tahsil edememesi, vergi aflarına tabi olan miktarların bile ancak %40'ı tahsil edilebilirken, vergileri kaynağında kesilen sabit gelirliler -işçi, memur vs.- tahakkuk eden vergilerinin tümünü ödemek zorundalar.
Hükümetin bir an önce, nispeten kolay bir reform olan dolaylı/dolaysız vergi çarpıklığını düzeltmeyi hedefleyen reformları gerçekleştirmesi gerekiyor. Ayrıca, hükümet, hem vergi aflarının yarattığı “ahlaki tehlikeyi” bu afları kaldırarak düzeltmeli, hem de etkili denetleme yöntemleriyle -bugünkü bilgisayar teknojisiyle bunu yapmak nispeten kolay olmalı- sabit gelirliler kategorisinde olmayan vergi mükelleflerinin ödemesi gereken dolaysız vergilerin tahsilatını artıracak tedbirler almalı. Bu önlemlerin, tahakkuk eden vergi tahsilat oranlarını önemli derecede yükselteceğini sanıyorum.
- Bütçe açığı vergi-harcamalarını kısıtlama yöntemiyle karşılanabileceği gibi, borç alarak da kapatılabilir mi?
Evet, bu konuda son olarak da bu alternatiften bahsedecektim. Bana öyle geliyor ki iktidar, -özellikle Başbakan- bu konuyu sadece bütçe açığının ne gibi ekonomi değişkenleriyle kapatılabileceğinin karşılaştırmalı bir analizini yapacak bir ekonomi konusu olarak değerlendirmiyor.
İktidar rasyonel yaklaşımı değil de "kamu borcumuz düşük" diyebilmeyi önemsiyor. "Bir bizim 'düşük kamu borç’ oranımıza, bir de gelişmiş ülkelerin yüksek kamu borç oranına bakın ve bizim bu konuda onlardan ne kadar daha iyi durumda olduğumuzu görün” diyerek övünmeyi seviyor. Ben yatırımcıların bu söyleme itibar ettiklerini ve karşılığında bize puan verdiklerini sanmıyorum. Bizim, yüzde 40 borç oranımıza kıyasla, yüzde 81’lik yüksek borç oranı ile Almanya, karşılaştıralamayacak derecede düşük faizle borç alabiliyorsa, söz konusu oranlar kör bir risk göstergesi olarak düşünülmüyor.
Sonuçta bütçe açığının yükünü, hız kesmeyen ve gittikçe ağırlaşan zamlarla halkın taşıması gerektiğini düşünen bir iktidar ve Başbakanın “düşük kamu borcu” ile övünme arzusunun bedelini ödemek zorunda olan bir halk var. Bunun adil olduğunu da düşünmüyorum.
Bugünün şartları altında rasyonel ekonomik politikalar yerine, yalnızca görüntüyü kurtarma derdi olan ve ekonomiyle ilgisi olmayan politikaları uygulama riskini göze almayı da. Cari açık konusunda, ülkenin ek finansman kapasitesi olmamasına, hatta kullanılan kısa vadeli dış finansman kaynaklarının yenilenememe durumu önemli bir tehdit oluşturmasına rağmen, bütçe açığının kapatılması için belki de nispeten yüksek bir kamu borç kapasitesinin olduğu savunulabilinir. Hükümet, “kamu borcu oranımız düşük" diye övünmeyi bırakıp, bu kapasiteyi kullanmakta tereddüt etmemeli.
- Fren-Gaz polemiği ilgili olarak duruşunuzu özetlemeniz mümkün mü?
Özet olarak, şöyle düşünüyorum: Büyüme ılımlı olmalı. Faizlerde bir indirim düşünülmemeli. Bütçe açığı ile cari açık arasındaki seçim, bütçe açığının tercih edilmesi yönünde olmalı. Açığın kapatılması için zaten toplam vergilerin çok yüksek bir oranını temsil eden dolaylı vergileri zam yöntemiyle artırmak yerine, dolaysız vergiler kullanılmalı. Tahsil edilecek vergilerin sağlıklı bir oranda olması için gereken reformlar gerçekleştirilmeli. Son olarak da kamu borçları övünme konusu olmaktan çıkartılmalı. Ayrıca, bütçe açığının kapatılması için iç borçlanma kaynaklı finansman da sağlanmalı. Gerektiğinde kullanılmayacaksa, borç kapasitesi oluşturmanın -finansal esneklik- ne anlamı olabilir?
Küresel koşulların ne zaman tekrar olumlu hale geleceğini tahmin etmek zor. Ancak küresel ekonomi tekrar -2007 öncesi kadar olmasa da- bir düzelme trendine girdiğinde, 2007 öncesi gibi fırsatlar kaçırılmamalı ve yapısal reformlar bir an önce gerçekleştirilmeli. Bu reformlar hastalığı tedaviye yönelik olacağı için yalnızca hastalığın semptomlarını hedefleyen verimsiz ve geçici ekonomik politikalara da gerek kalmayacak.
Gerçekleştirilecek yapısal reformlar, ülke ekonomisininin geleceğinin sağlam temellere oturtulması, ekonomik problemlerin kalıcı olarak çözülebilmesi için tek çare.
- Geçtiğimiz haftalarda T24’de Hazal Özvarış’ın Bader Arslan ile yaptığı söyleşide Arslan, ABD'de QE3 isminin verildiği üçüncü para genişlemesi neticesinde doların değer kaybedeceği, emtia fiyatlarının ise artacağı tahmininde bulunmuştu. Siz bu tahminler konusunda ne düşünüyorsunuz?
Bence önce, QE3'ün işleme konduğu 14 Eylül ile 3 Ekim arasındaki verilere bakalım, daha sonra bu verilerden ne gibi faktörlerin sorumlu olabileceğini araştıralım; bu sürede Doların değeri düşmedi, arttı. Bu artışların boyutu Avroya, Sterlin ve Japon Yenine karşı sırasıyla, yüzde 1.87, yüzde1 ve yüzde 0.31'lik bir artış gerçekleşti. Yani Bader Bey'in para birimleri hakkındaki tahmini tamamen yanlış çıktı.
Bence, doların değerinin düşeceği konusundaki analizi hatalıydı. Çünkü, QE3'in faizleri düşüreceğini varsaymaktaydı. Her şeyden önce ABD dahil gelişmiş ülkelerin Keynes'in "likidite tuzağı" terimini kullandığı durumda oldukları hatırlanmalı. Faizler zaten o kadar düşük ki örnegin, ABD on sene vadeli hazine bonosu faizi yüzde 1.67 (3 Ekim). Daha ne kadar düşebilir?
Emtia fiyatlarına gelirsek, bu fiyatların artacağı da hatalı bir varsayıma, faizlerin düşmesinin ekonomileri canlandıracağı varsayımına dayanmaktaydı. Faizlerin düşmemesinden daha da önemli olarak, faiz düşüşleri gerçekleşse bile reel sektörün canlanmasının şüpheli olması.
Nitekim, ABD'nin Duke Üniversitesi 887 büyük şirketin Mali İşler Direktörleri (CFO) ile yapılan ankette şu soruyu sordular: Eğer faizler, yüzde 1 düşerse yatırımlarınızı arttırır mısınız? Anket katılımcılarının yüzde 91'i bu soruyu "hayır" olarak cevapladı. Soru, “ yüzde 2 düşerse?" olduğunda yüzde 84'ü "artsa da olur artmasa da" dediler.
Bader Bey şunu görmeli; şirketlerin yatırım yapmama nedenleri faizlerin yüksek olması degil, küresel belirsizlikler nedeniyle şirketlerin önlerini görememeleri. Şirket üst düzey yöneticilerinin görüşü şu şekilde özetlenebilir: "Dünyada bir yıl içinde diyelim Avro kökenli bir kriz ihtimali yüksekse -ki Bader Bey olası bir kriz konusunda da iyimser- siz benim nasıl 20 senelik bir fabrika için yatırım yapmamı bekleyebilirsiniz?"
QE3 sonrası emtia fiyatları şu şekilde değişti: Bader Bey'in tahmininin tersine bu sürede emtia fiyatlarında artış yerine düşüş yasandı: Örneğin, petrol (brent), alimunyum ve bakır fiyatları, sırasıyla; yüzde 7.33, yüzde 3.6 ve yüzde 1.4 düştü. Bu tahmindeki mantık da hatalıydı; Tüm, göstergeler Avro-Bölge ülkelerinde resesyonun gittikçe derinleştiğini gösteriyor: Örnegin işsizlik Avro sisteminin kuruluşundan (1999) bu yana en yüksek seviyede (yüzde 11.4), Satın Alma Yöneticisi endeksi düşmeye devam etmekte vs. Göstergeler ayrıca Avrupa resesyonunun 2013'de daha da derinleşeceğine işaret etmekte. Ancak, Sayın Arslan "Muhtemelen 2013 ile birlikte önce Avrupa'da ibrenin yukarı çıkmaya başlayacağı" görüşünü ifade ediyor.
- Avrupa Merkez Bankası’nın (AMB) problemli ülke tahvillerini satın alma kararı konusunda siz ne düşünüyorsunuz?
Konu, Anayasa Mahkemesinin ne dediği değil Alman halkının seçimlerde ne diyeceği. Kurtarılması gerekecek ülkeler konusunda tünelin ucunda bir ışık görülmediği için, Alman seçmeni artık "yeter” diyor.
AMB konusunda kısaca üç şey söyleyeceğim:
Tahvil alımıyla arz edilen para başka bir yöntemle piyasalardan çekilecek. Yani bu “kısırlaştırma” işlemlerinin para arzına etkisi sıfır olacak.
Planın uygulanmasi için problemli ülkelerin kemer sıkma politikasını kabul etmeleri gerekiyor. İspanya ve İtalya buna yanaşmıyor.
Finans biliminde "fiyat baskısı hipotezi" diye bir hipotez var. Hipotez şu soruya cevap arıyor: önemli miktarda kağıt alım satımlari fiyati etkiler mi? Yüzlerce ampirik araştırma, cevabın "hayır" olduğunu gösteriyor. Diyelim AMB İspanyol tahvillerini satın aldı, bu İspanya’nın riskini değiştiriyor mu ki tahvillerinin fiyatı -dolayısıyla faizleri- değişsin?
Bader Bey bu problemli ülke tahvil satın alma işleminin, Almanya faizleri ile problemli ülke faiz farklarını kapatacağını da iddia ediyor. Su verilere bakalım; veriler, problemli ülke on yıllık tahvil faizleri ile on yıllık Alman hazine bonosunu faiz farkı hakkında -İlk rakam 14 Eylül, ikincisi 3 Ekim faiz farklarını gösteriyor -İtalya: yüzde 3.39, yüzde 3.67, İspanya: yüzde 4.16, yüzde 4.37, Portekiz: yüzde 6.49, yüzde 7.33. Diğer ülkeler için de durum aynı. Bader Bey yine yanılmış, faiz farkları daralmamış, genişlemiş.
Bu, gerçekleşmemiş tahminlere dayanarak ve ne oldugunu açıklamadığı ek varsayımları çerçevesinde, Sayın Arslan 2014'den baslayarak, hangi Avro ülkesinin, hangi tarihte 2008 şartlarına döneceğini de tahmin ediyor. Bir ekonomist olarak, özellikle yukardaki tahmin karnesine de bakarak, kristal kürelere ve kahve fallarına hiç itibar etmemişimdir. Bu nedenle, bu tür tahminleri değerlendirmeyi sağlıklı bulmuyorum.
- Sayın Arslan, Türkiye Ekonomisi ile ilgili tespitlerde de bulunuyor. Bu tespitlerle ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Bu konuda da bir kaç satır başı verebilirim:
Sayın Başbakanın “teğet geçecek” tahminiyle piyasaya iyimserlik yansıttığı görüşü doğru olabilir. Ama konunun bir de kredibilite boyutu var. Bu tahminden çok daha kuvvetli bir tahmini temsil eden Avro krizinin 'teğet bile geçmeyeceği' iddiası hangi anlamda piyasaya inandırıcı bir iyimserlik yansıtabilir?
Arslan, cari açığın bir nedeni olarak "Türkiye'de daha iyisi, daha kalitelisi, belki de daha ucuzu üretildiği halde, aynı malın ithal olanının tercih edildiğini" iddia ediyor ancak bu bir neden olamaz. Çünkü temeli insanların rasyonel olduğu prensibine dayanan ekonomi biliminin herhangi bir üyesinin bunu kabul etmesi malesef mümkün değil.
Ben bir önceki söyleşimde kişi başına düşen milli gelirin, reel olarak sadece %32 artmış olduğunu söylemiştim. Sayın Arslan'ın verdiği "nüfus artışı etkisi düşüldüğünde reel artış yüzde 50 civarında oluyor" tepkisi tabii ki kişi başına düşen milli gelir kavramını anlamsız hale getiriyor.
Sayın Arslan "Büyüme dönemlerinde ekonomiyi zayıflatan iki sorunun bütçe açığı ve cari açık sorunu olduğunu” belirtiyor. Bence büyüme eksenli olarak bu iki açık arasında bir takas söz konusu. Büyümenin – yüzde 4.7 olduğu 2009'da cari açık -2010'a oranla- 42 milyar dolardan 14 milyar dolara düşerken, bütçe açığı 17.4 milyar dolardan, 52.8 milyar dolara çıktı. Şimdiki düşük büyüme ortamında da cari açık-bütçe açığı arasında benzeri bir takas görmekteyiz: Cari açık daralma eğilimi gösterirken, bütçe açığı alarm vermekte. Tabii yüksek hızlı büyüme dönemlerinde -dolaylı vergilerin toplam vergilerde ağırlığı ve büyemenin iç talep kaynaklı olması nedenleriyle- cari açık artarken, bütçe açığı azalıyor.
- Türkiye ekonomisini genellikle makro politikalar/veriler seviyesinde tartışıyoruz ama halka yansıdığı şekliyle son dönemdeki sosyo-ekonomik verileri nasıl okumalıyız? TÜİK çalışmaları 2011'de Türkiye’de en yoksul yüzde 20 ile en zengin yüzde 20 arasındaki gelir farkının 8 kat olduğunu gösteriyor. Yani en yüksek gelirli grup, toplam ülke gelirinin %46.7'sine sahip. En yoksul gruba düşen pay sadece %5.8
Bu gelir dağılımındaki adaletsizlik neredeyse oturmuş durumda. 2006-2011 arasında önemli bir değişiklik yok. En yosul kesimin ülke gelirindeki payı 2006'da 51.8 iken, 2011'de %2.2 olmuş.
Nüfusun yüzde 16.1'i yoksulluk riski altında; yüzde 18.5'i ise "sürekli yoksulluk" riski taşıyor. Bu oran ekonomik şartların daha kötü olduğu 2009'da bile daha düşüktü (yüzde 17.3).
Nüfusun yüzde 60.4'u "ciddi finansal sıkıntı" ile karşı karşıya.
Halkın çoğunluğu borç yükü altında, sürekli taksit ödüyor; eskimiş mobilyaları yenilemek lüks, yıllık bir haftalık tatil ihtiyacını karşılayabilmek de öyle. Beklenmedik ihtiyaçları karşılayabilecek güçleri yok; temel gıdalar olan et, balık, tavuk v.s. satın almakta zorlanıyorlar.
Aynı rapordan böyle yüzlerce örnek verilebilir ama söyleşiyi rakamlara boğmak istemiyorum. Sonuç olarak ekonominin en önemli başarısı olarak gösterilen “yüksek hızlı büyüme performansı” gelir dağılımındaki eşitsizliği ortadan kaldırmamış.
- Vergi ödemelerindeki servet-gelir ilişkisi ne durumda?
En zengin 100 Türk’ün toplam serveti, 92 milyar 351 milyon TL iken, bu grubun 2011'de ödediği vergi 530.5 milyon TL olarak gerçekleşmiş. Yani, vergi/servet oranı yüzde 5.7 olmuş. Asgari ücretliler için bu oran yüzde 15 civarında gerçekleşmiş. Neredeyse üç katı.
Kazanç olarak baktığımızda "vergi rekortmeni 100 Türk’ün 2011 kazancı 2.1 milyar TL idi. Bu rakam 3.2 milyon asgari ücretlinin toplam kazancına eşit. İşte burada da "istatistiki şehir efsaneleri" eğilimi devam etmekte. Sayın Maliye Bakanı, Türkiye’de toplanan tüm vergilerin GSMH'ya oranının -yüzde 26- OECD ülke ortalamasından -yüzde 34- düşük, hatta en düşük ülkelerden biri olduğunu söyledi.
Zamlarla devamlı olarak artırılan dolaylı vergi oranı yoksul halkı ezerken, dolaysız vergi oranının düşüklüğü ve bu iki tip vergi oranının gelir farklılıklarına olan etkilerini karşılaştırmayı unuttu sanırım.
- Son olarak sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Sadece eleştiri yapmanın anlamlı olmadığına ve problemlerin çözümüne hiç bir katkı sağlamadığına inanan biri olarak, bundan sonraki T24 söyleşilerimden bir kısmını, konuştuğumuz konularda oluşturduğum alternatif yapısal önerilerimin detaylarına ayıracağım.
Ama bu eleştirel söyleşimi bitirmeden önce son bir tehlikeye daha dikkat çekmek istiyorum.
Benim tahminimce Türkiye’de bir konut balonu da söz konusu. Eğer böyle bir şey ortaya çıkarsa, bu ekonomi için başlı başına büyük bir tehlike yaratacak. Örneğin, ekonomideki yavaşlama nedeniyle işsizliğin artmasının beklendiği bir dönemde, zaten yüksek bir mali kaldıraç taşımakta olan bireyler, konut kredisi ödemelerinde güçlük çekecek ve bu durum hem konut fiyatlarında büyük bir düşüşü tetikleyecek hem de finansal sektörü vuracak.
Ayrıca, ekonominin en önemli sektörlerinden biri olan inşaat sektöründeki güçlükler, yavaşlamakta olan ekonomiyi daha da yavaşlatacak bir kısır döngünün zincirini oluşturacak. Bu durumun dikkate alınmamasını ilginç buluyorum.
Aslına bakarsanız çok şeyi ilginç buluyorum.
20 Eylül 2012 tarihli bir haberde, yıl sonuna kadar 35 yeni AVM'nin açılacağı duyuruluyordu. Ama ben aynı zamanda Financial Times'ın “ayda bir AVM kapanacak” tahminini de okuyorum.
4 Haziran 2012’de ulusal basında “Vergilerde değişim yok" manşeti ile "Başbakan Yardımcısı Babacan, Türkiye’nin kamu açığının düşük, borçlarının az olduğunu belirterek ‘vergileri artırmayı düşünmüyoruz ve düşünmeyeceğiz’ dedi” şeklinde bir haber yer alırken, üç ay sonra bu oranda vergi artırımlarıyla karşılaşabiliyoruz.
Ama öte yandan da Mısır'a iki milyar dolarlık finansman sağlayacak bir anlaşmaya imza atıyoruz. IMF'ye “cep harçlığı” olarak beş milyar dolarlık bir katkı yapmayı 'taahhüt' edebiliyoruz.
Türkiye, nereden baksanız enteresan bir ülke.