Arkadaşım ‘Deniz’ 1974 doğumlu.
“Ne güzel bir ismin var, kim koymuş?” diye sordum, tanıştığımız gün. Gezi Parkı’nda çadırların önünde oturuyorduk. O güzelim, unutulmaz Haziran ayında.
“Babam...” diye yanıtladı.
“Baban 68 kuşağından mı?” diye sordum gayriihtiyari. “Yok yahu...” dedi, “babam popülist adamın teki. 1982 doğumlu ikiz kardeşlerim var onların adları da Kenan ve Evren...”
Bu diyaloğu hiç unutmuyorum çünkü bir anda düşünce akışım koptu, zaman durdu, bulunduğum mekân ile arama camdan bir duvar girdi. O duvarın arkasında sustum kaldım bir süre.
Neden sonra fark ettim, yanımızdaki çadırın içinden usul usul çevreye yayılan türküyü; Ruhi Su, o yürek titreten davudi sesiyle ‘Mahsus Mahal’ı söylüyordu; “artar eksilmeyiz zindanlarında... kolay değil derdin ucu derinde...”
1982 darbe anayasasına halkımızın yüzde 92’si 'evet' oyu vermiş. Anne babalarımız, binlerce çocuğa Evren ve Kenan isimlerini koymuşlar.
Gerçi şimdi sorsan onlar da ne yaptıklarını bilmiyorlarmış. Çünkü ‘Popülizm’ diye bir şey var. ‘Kitle psikolojisi’ diye bir şey var. ‘Zamanın ruhu’ diye bir şey var. ‘O zaman öyle olması gerekiyordu’ diye bir şey var. ‘O günün şartları onu gerektiriyordu’ diye bir şey var.
Ama samimi bir muhasebe, kişisel ya da toplumsal bir yüzleşme, sağduyulu bir akıl yürütme yok...
O günün şartları öyle gerektirdiği için ‘kırıldı’ ve buharlaştı 1915-18 yılları arasında 1.5 milyon Ermeni vatandaşı. Vatanın, milletin selameti için öyle gerekiyordu.
Başka bir seçenek olmadığı için katledildi 1938’de Dersim’de on binlerce Kürt vatandaşı. Vatan hainlerinin kökünü kazımak gerekiyordu.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra buharlaşan koca bir nesil? Elbette o günün şartları öyle gerektirdiği için... Vatan için, devlet için, millet için, selamet için.
Kızı Şenay Gürvit konuşmasaydı hiç öğrenemeyecektik; meğer ne babacan, ne sevecen, ne iyi yürekli bir insanmış Kenan Evren. Sadece ‘o günün şartları öyle gerektirdiği için’ zindanlarda çürümüş, işkence görmüş, katledilmiş yüz binlerce insan. Bu yüzden annesiz-babasız kalmış, sakatlanmış koca bir nesil. İbreti alem için.
Hem, doksan küsur yıllık Cumhuriyet tarihinde bir-iki neslin değeri nedir ki?
Tamam, kendi çocuklarını vahşice katletmişler, bir nesli feda etmişler ama her şey daha iyi daha güzel bir gelecek için. Memleketin bugünkü refah, huzur, mutluluk ve barışçıl ortamını o günlere borçluyuz anlayacağınız.
“Adalet yerini bulsun diye bir sağdan bir soldan asıyorduk... İdamları imzalarken ellerim hiç titremedi… Yargılanırsam intihar ederim…” demişti babası. “Hayır, bizim ailemizde bir vicdan muhasebesi yapılmamıştır. Olayları o günün şartları içinde değerlendirmelisiniz,” diyor kızı.
Hakikaten ibretlik; bunca yıl vicdanlarıyla bir dakika bile kaybetmemişler! Sadece o kadar da değil:
“Bugün yine bunlar olsa, yine yaparım derdi. Net bir adamdı. Böyle adamlara Türkiye’de çok ihtiyaç var. Hele bugünlerde…”
Hanımefendi hiç endişe etmeyiniz, bugünlerin Türkiyesi de ‘böyle adamlar’ın ellerinde. Hatta ihtiyaç fazlası var. Çocuklarımızın hayatlarını karartma fırsatlarını hiç kaçırmayan; emir verirken, kararı alırken, imza atarken asla elleri titremeyen, vatan-millet sevdalısı, babacan insanlardan mamul yeni Türkiye’miz. ‘Hele bugünlerde…’ babanızın açtığı yolda son sürat ilerliyorlar.
Babanız öldü de, kurtuldu. Tertemiz bir sicille, hiç kullanılmamış pırıl pırıl bir vicdanla gömüldü. Hem “ölüm ne ki?” Otuz beş yıldır kahrından ölüp ölüp dirilenlerin yanında? Bakın geçen Cumartesi günü neler diyordu, Galatasaray Meydanı’nda, babanızın ölüm haberini alan ‘anne’lerden sadece bir tanesi:
“Yıllarca çocuklarımın gözünün içine baktım. Onlara gül yaprağı ile dokunmaya kıyamazdım. Ayakları taşa değse, yüzlerine gölge düşse uykularım kaçardı. Sonra bir gün büyüdüler... Bizim kavruk dünyamız onlara yetmiyordu. Daha güzel bir dünya istiyorlardı. “Daha eşit, daha tok, daha adil bir dünya için anne” diyordu kızım. Onlara anlatamadım. Oğul size kıyarlar, dedim. Ama anlatamadım. Gittiler... Kızımı işkenceden aldığımda zaten yarı ölüydü. En azından mezarının yerini biliyorum. Oğlumun akıbetini hiç bilmiyorum. Ama yaşasaydı hissederdim. Yaşamadığını biliyorum. İnsan dayanamam sanıyor. Ölürüm sanıyor ama dayanıyor. Ölüm ne ki?
Yumurta kabuğu gibi acılarımın kabukları da. Dokunsan altı cılk yara. Ama dayanıyorum. Her gün yeni baştan alıyorum gardımı. Her gün düşünüyorum; şu yıllar yılı benim yaşadığım acıyı, çektiğim ıstırabı bilselerdi, bir yolunu bulur dirilir gelirlerdi!
İyi ki burada değiller diye kendimi avutuyorum bazen. Bu ülke hiç iyiye gitmiyor. Çocuklarına hiç acımıyor. Bak şu başımızdakiler var ya; onların benim çocuklarımı öldürenlerden hiç farkı yok. Şurada dikilen polisler; çocuklarımıza işkence yapanlarla aynı. Bugün olsa bugün aynısını yaparlar. Yapmıyorlar mı?! Bu açgözlülük, acımasızlık, politika dedikleri şey, insanın insana bitip tükenmeyen zulmü...
Kenan Evren ölmüş… Ölmüş de kurtulmuş! Şu benim yaşadığımı bir tek gün yaşasaydı ya. Sadece bir tek gün… Ölüm ne ki!
Şimdi ölmüş ya cenazesinde soracak imam; hakkınızı helal ediyor musunuz?
Etmiyorum! Dünyada da, ahirette de davacıyım! Bak buradaki bütün anneler davacı. Benim çocuklarım da davacı. Ama ayağa kalkamazlar. Hesap soramazlar. İsyan edemezler. Ağlayamazlar. Çünkü öldüler...”
Kenan Evren son otuz beş yılı, bütün bu süreci, ‘paşalar’ gibi yaşadı ve hesap vermeden ve ‘içi son derece rahat’ öldü.
Ama biz 12 Eylül mağdurlarının çocukları; yok ettiğiniz, söndürdüğünüz, sakatladığınız her bir yaşam için size hesap sormaya devam edeceğiz.
Ve siz bugün hâlâ babanız ‘gibi’ adamlara ihtiyaç duyduğunuz; koca bir neslin anne-babalarının, çocuklarının, torunlarının acılarını, yoksunluklarını ‘zerre kadar umursamadığınız’ için bir gün aynı dehşet ve zulüm; aynı çaresizlik ve acı sizi de bulacak. Sizi değilse bile çocuklarınızı. Çocuklarınızı değilse torunlarınızı... Hiç kuşkunuz olmasın.
Bir gün sizin çocuklarınız da “ya çocuğum soru sormaya başlarsa, ona ne cevap vereceğim” diye endişelenecek. Bugün sizin olduğunuz kadar umursamaz, rahat ve pişkin olamayacaklar çünkü ‘o günün şartları’ buna izin vermeyecek.
“Çocuğu konuşmaya başlayıp ilk kelimesini söyleyince sevinçten ağlar insan. Benim de gözlerim doldu ama ilk aklıma gelen; konuşmaya başladı, sonra cümle kurmaya başlayacak, sonra da soru sormaya. Sonra duvardaki fotoğrafı soracak.
Ve oğlum, sormaya başladı:
“Senin baban nerede?”
“Benim babam yok.”
Biraz daha büyünce, bu sefer fotoğrafı gösterip:
“O kim?”
“Babam.”
“Nerede?”
“Bilmiyorum…”
Büyüdükçe soruları daha da zorlaşıyor ve ben ikna edemiyorum…
“Nerede baban?”
“Yok.”
“Nerede olduğunu bilmiyor musun?”
“Bilmiyorum...”
“Aramadın mı?”
“Aradım.”
“Bulamadın mı?”
“Bulamadım.”
“Her yere baktın mı?”
“Baktım.”
“Belki Diyarbakır'a gitmiştir."
"Bu çok zor bir şey. Derin bir nefes alıp cevap vermeye çalışıyorum. İkna etmek istiyorum ama ikna edecek bir şey yok.
“Baktım, orada da yok.”
“Belki Japonya'ya gitmiştir…” **
@SibelYerdeniz
* Ruhi Su - Mahsus Mahal
** Bianet