Ülkemizde her gün üzüntü ile uyanmamıza ve giderek anlam duygusuna ya da kendi hayatlarımızdan duyulan sevinçlerin kaybolmasına neden olan yüzlerce olay oluyor. Her birimiz bunlardan farklı şekildeki etkileniyoruz ama en azından benim çevremde insanların “Nasılsın?” sorusuna giderek daha az “İyiyim” diyerek cevap verdiğini görüyorum. Bunun nedenleri arasında özgürlüklerin yok edilmesi kadar, “geleceğin” belirsizleşerek kaygı kaynağı haline gelmesi sayılabilir. Bir başka deyişle birçok insan şu dünyadaki sınırlı zamanının ve emeğinin tehdit altında olduğu duygusu ile baş başa bırakılmış durumda. Böyle zamanlarda yazmak teselli babından bir faaliyet sayılabilir ama yakınlarda yitirdiğimiz John Berger’in izinden gitmekten ve onun deyimiyle bir “yetimler ittifakı” içinde çaba göstermeye devam etmekten başka da çaremiz yok.
Geçen hafta ülkemiz akademisyen kıyımı açısından en dramatik günleri yaşadı ve bu kez bir çok insan solda ve/veya muhalif oldukları için üniversiteden (aslında mesleklerinden) atıldılar. Bunların arasında benim hayatlarına ve iyi insanlıklarına yakından tanıklık edebileceğim Prof. Dr. Özdemir Aktan ve Prof. Dr. Cem Kaptanoğlu gibi hekimler de var. Tek tek insanlar için bir şey söylemenin belki pek gereği yok ve aslında bütün bunlar Cem’in telefondaki sözleri ile “olacak daha kötü şeylerin habercisi” ama yine de ben en azından Cem Kaptanoğlu için içimde biriken bir kaç sözü paylaşmak istiyorum.
Cem Kaptanoğlu, Kaş Kalkan doğumludur. 1983’de İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olmuş, 1991 yılından bu yana ise Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde çalışmıştır. Ruhsal travma, Kültür-psikanaliz ve psikoterapi alanlarında çalışmaları olan Kaptanoğlu’nun hayatı 1976 kuşağının özelliklerini taşır. Zor zamanları atlattıktan sonra kendilerini mesleklerinde iyi olmanın yanı sıra toplumsal görevlere adayan, yaptıkları her işe “misyon” duygusu ile yaklaşan, para pul peşinde koşmayan, çocuklarını iyi yetiştirmeyi ve sade bir yaşam sürmeyi her şeyin önünde koyan, başta türban ve Kürt sorunu olmak üzere ülkemiz tarihin önemli sorunlarında “demokrat” bir tutum alan kuşağın yani. Ben onu daha çok Türk Tabipleri Birliği içindeki çalışmalardan tanıyorum ve ona kendimi kardeş/arkadaş duyguları ile bağlı sayarım.
Cem Kaptanoğlu, bugünlere bağlayarak söyleyecek olursak ülkemizde “Ortaklığa nasıl ulaşabiliriz” sorusunu kendisine dert edinmiş ve bu soruya sanırım tam olarak Hannah Arendt gibi cevap veren kişidir:
“...ve kavraması zor da olsa, ortaklığa yalnızca farklılıkları vurgulayarak, her şeyden önde tutarak ve sürekli çoğaltarak ulaşabiliriz.”
Yazılarına, konuşmalarına bakarsanız ortaklığı yekparelik olarak gören, bunu “TEK...” sloganıyla gözümüze sokanlara, işte bu kavraması zor olan şeyleri anlatır. Mesela katıldığı bir televizyon programında “...gri zonun bir özgürlük alanı olduğunu, her türden otoriterizmin insanlara “siyah/beyaz” dayatmasında bulunarak, normal kavramını bozduklarını ve normali kendi belirledikleri 'ortalama' (dinsel, siyasi, ahlaki vs) olarak insanlara dayattıklarını, bunun için her türden manipülasyonlara başvurduklarını, bazen sonu 'öjeni' ye giden ağır sapmalarla toplumlara ağır bedeller ödettiklerini” anlatır.
Ya da şimdi milyonlarca yıl öncesinde kalan 2009’daki Mezopotamya Tıp Günleri’nde “...kişilerin ve toplumların bir benlik öykülerinin olduğunu, travmatik yaşantıların bu öykünün bütünlüğünü ve sürekliliğini bozduğunu, Anadolu’da yaşanan büyük felaketlerin bu tür travmalar kapsamında değerlendirilebileceğini, rehabilitasyonun 'eski itibarı iade etmek, onarmak' anlamına geldiğinden” söz eder.
Ben ise onu, bu sözleri kadar 2001’deki ülkemizin o büyük kara lekesi, “ölüm oruçları”nı zorla besleyerek “çözme” operasyonları sırasında Ankara’daki mahkemede yaptığı savunma ile hatırlarım. Bizleri ölüm oruçlarında zorla beslemeye karşı çıktığımız için mahkumları “intihara teşvik” ile suçlayan savcıya önce uzun uzun bebeklerin beslenmesinden bahsetmiş “...bebekleri bile zorla beslemek mümkün değildir, mahkumları da nasıl zorla besleyeceksiniz” demiş ve hakimlere savcının suçlamasının saçmalığını idrak ettirmeyi başarmıştır.
Cem Kaptanoğlu, Enis Batur’un Zonguldaklı hekim Arslan Ebiri’yi anlatırken sorduğu sorudaki kişilerdendir:
“...hem kendi hayatına, hem öteki hayatlara saygı, sevgi, özen, duyarlık, özveri ile yaklaşırken bir yaşama sanatı geliştiren, vandal maddi getiriler uğruna kişiliğini, kimliğini, haysiyetini gözden çıkarmayı aklından geçirmeyen bu insanların yerini kim dolduracak bugün, yarın?”
O yüzden de esas konu, Eskişehir’de öğrencileri, asistanları, hastaları, arkadaşları, eşi ve Boğaziçi Üniversitesi’nde Felsefe okuyan, şimdi uzaklardaki kızı ve hala duruyorsa belediyenin sağladığı küçük tarlası ile sade bir hayat sürdüren Cem Kaptanoğlu gibi insanların emeklerine el koymanın acımasızlığı ve uygarlık dışılığı kadar, bu insanların yerini kimin dolduracağıdır. Görünen o ki ülkemiz “sizin yaptığını ... yapmaz” boşluğuna artık ne yazacağımızı bilmediğimiz zor bir zamandan geçmektedir ve bütün bunların ülkemizdeki “ortaklığın” dağılmasına yol açabileceği hepimizin en büyük endişesidir.
Dileriz, Cem ve kamu kurumlarından düşünceleri yüzünden uzaklaştıran herkes işinin, gücünün, hayatının başına döner ve bu kötü zamanlar geride kalır.