Seçim öncesi bakanlar kurulu ne zaman toplandı bilmek zor ama gazetelere yansıyan haberlerden nişasta bazlı şeker (NŞT olarak biliniyor) kotasının 3 Haziran 2015 itibarıyla yüzde 30’a çıkarıldığı anlaşılıyor. Daha önce yüzde 15’e çıkarılan kotanın bile Avrupa Birliği kotasının üç katı olduğu biliniyordu ve Türkiye Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Özden Güngör, NBŞ üretimi kotasını daha da arttırılmasının pancar şekeri sanayi ve pancar üreticilerini olumsuz yönde etkileyeceğini belirtiyor. Ben de tarlalarında şeker pancarı yetiştirmiş bir babanın oğlu olarak bu konuda bir şeyler söyleme ihtiyacı hissettim. Benim bu konuyla ilgim esas olarak çocuk endokrinoloji uzmanı olarak çocuklarda şişmanlık sorunu ile ilgilenmemden kaynaklanıyor; dolayısıyla kendimi şeker ve şekerli içecek/yiyecek tüketimin artması, çocuklarda hızlı şişmanlık artışı ile besin endüstürisinin politikaları ve fruktozun diğer şekerlerden farklı etkileri ile sınırlandıracağım.
Bu konularla ilgilenirken 2008 yılında Brezilya’da yapılan Dünya Endokrinoloji Kongresi’nde ““Obesiteye global bir bakış: Politik sorumluluk ne olmalıdır” başlıklı bir konuşma yapan North Caroline Üniversitesi Beslenme Bölümü Profesörü Barry Popkin ile 2010’da Kyota’da yapılan Dünya Endokrinoloji Kongresi’nde “Çocuklardaki şişmanlık ve metabolik sendromda fruktozun merkezi rolü” başlıklı bir konuşma yapan Kaliforniya Üniversitesi Çocuk Endokrinoloji profesörü Robert H Lustig’i dinlemiş olmayı mesleki bir şans olarak gördüğümü söylemek isterim. Prof.Ropkin önceki yıllarda ABD’de kamuoyunu bir süre meşgul eden ve bir ara Obama’nın da sıcak baktığı “Şekerli içeceklere vergi” önerisini yapan bilim adamları grubu içinde yer alıyor; ayrıca kendisinin “yüksek fruktozlu mısır şurubu” - High-Fructose Corn Syrup (HFCS) kullanımı konusunda çok sayıda makalesi bulunyor. Profesör Lustig ise esas olarak fruktozun beyindeki besinlere olan arzumuzla ilgili “hedonik yolak”ı (haz refleksi de denebilir) nasıl doğrudan uyararak, alışkanlık ve bağımlılık yaptığı üzerinde duruyor.
Bu yazıyı yazmadan önce tanıştığım ve uzun yıllar Konya Şeker Fabrikası'nda üretim müdürlüğü yapan Sayın Cumhur Güngör ise bana şeker fabrikaları gibi kamu kuruluşlarında köy enstitüleri benzeri bir uygarlık yaratma heyecanı ve yurtseverlikle çalışan uzmanları,mühendisleri yeniden hatırlattı ve bu yazıyı da biraz ondan aldığım bilgiler ve esin ile yazdım.
Bundan 30 yıl önce ABD’de bile çocuklarda obesite nadir bir sorunken ve çocuklarda tip 2 diyabet hemen hiç görülmezken günümüzde bazı şehirlerde çocukların üçte birinin obez veya fazla kilolu olduğu, bazı çocuk endokrin ünitelerinde yeni tanı konan diyabet vakalarının beşte birinin Tip 2 diyabet olduğu hayretle ifade edilmektedir. Benzer bir durum ülkemiz için de geçerlidir.Yakın zamanda Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof.Dr. Abdullah Bereket ve arkadaşları istanbulda’ki okul çocuklarında şişmanlık sıklığının son 8 yılda yüzde 5’den yüzde 10’a yülseldiğini, bu artışın yüksek ekonomik düzeydeki grupta yüzde 16,2 olduğunu bildirdiler. Biz de 4 yıl önce Kocaeli’deki çocukların yüzde 7’sinin obez, yüzde 12’sinin ise obezite riski taşıdığını göstermiştik. İnsanın vücut ağırlığının yüzde 60-80 oranında genetik faktörlerle belirlendiği ve son 40 yılda “genotip”imizde minimal değişiklik olduğu bilindiğine göre obezite sıklığındaki bu artışın nedeni nedir sorusu bu alandaki uzmanların üzerinde durdukları konuların başında geliyor. Prof. Ropkin daha önce andığım konuşmasında bu sonucun neredeyse tamamen kızarmış patates, Coca Cola, Dondurma, Patlamış Mısır, Hamburger vs gibi “Junk Food” (abur cubur besin) tüketiminin çocuk menülerini istila etmesine ve aynı dönemde çocukları ev içlerine ve servis araçlarına tıkan yaşam tarzı değişikliklerine bağlı olduğunu altını çizdi. Bu dönemdeki “junk food” bağımlılığın gerisinde bütün bu besinleri oluşturan şeker, tuz, yağ üçlüsünün “opioid” olarak bilinen “haz” sinyali ileticilerini stimüle ederek doğrudan beyindeki “ haz” merkezlerini uyarmasının yattığını ve besin endüstrisinin tütün endüstrisi gibi bütün stratejisini bu bilgi üzerine kurduğunu ve bu bağımlılık manipülasyonu için en önemli hedef grup olarak çocukların seçildiğini biliyoruz. İnsan bedenlerine yönelik bu manipulasyonların sonunda çocuklar bir taraftan çabucak doyuran ama mutlu olmadan yenen yiyeceklerle şişmanlarken öte yandan bu beslenme tarzına eşlik eden yüzeysel ve çoğu zaman sanal ilişkilere dayalı yaşam pratikleri nedeniyle “daralan” ruhlara sahip oldular. İşte bu nedenlerle ABD’de bir grup bilim adamı 2009’da şekerli içecek tüketimi ile bu ürünlerin ucuz olması arasında ilişki olduğunu, ABD’de çocukların günde 175 kcal enerjiyi bu içeceklerden aldığını ve bu tür ürünlerin tüketimi ile çocuklardaki obezite arasında yakın ilişki olduğunu vurgulayarak, şekerli içecek tüketimin azaltılması için ek vergi konmasını ve burdan elde edilen kaynakların şişmanlığın önlenmesinde kullanılmasını önerdiler. Bu bilim adamlarının raporuna en sert ve “nobran” tepkiyi Coco-Cola “CEO”su Muhtar Kent, biraz da “ Köstebek” filmindeki mahkeme sahnesinde bütün kanıtları “yeterli veri yok” argümanı ile küçümseyen tütün endüstrisi patronlarına benzer bir dille vererek: “ ABD’de şişmanlığın esas nedeni hareketsizliktir. Hükümetin, kişilere ne yiyeceğini dikte etmesinin işe yaradığını hiç görmedim. Yarasaydı, Sovyetler hâlâ ayakta olurdu” dedi.
Çocuklarda şişmanlıkla uğraşan hemen herkes, son 20 yıldaki dramatik şişmanlık artışından devasa reklam bütçelerine sahip besin ve elektronik oyun vb endüstrilerinin çocukların yaşam tarzlarında oluşturduğu değişikliğin sorumlu olduğu kabul ediyor. Tütün Endüstrisi örneğinde olduğu gibi bu sektörün de daha çok kazanç için hiç bir etik, bilimsel, sosyal sınır tanımayacağını tahmin etmek zor değil. Yine yakında Marmara Tıp Fakültesindeki Çocuk Endokrin Grubunun yaptığı çalışmada ülkemizdeki TV reklamlarının yüzde 32’sinin besinlerle ilgili olduğunu, bunların da yüzde 81’nin yüksek kalorili, yağ ve şeker oranı yüksek besinlerin reklamı olduğu gösterdi.Büyük ölçüde “bedenleriyle var olan” çocukların ve ergenlerin maruz kaldığı “ ruh ve akıl çelici” bu devasa reklam kampanyaları karşısındaki çaresiz kalması olarak da düşünebiliriz obezite sorununu.
Yazının esas konusu olan fruktoz konusuna dönecek olursak; sorun bir şeker türü olan fruktozun kendisi kadar “yüksek fruktozlu mısır şurubu” - High-Fructose Corn Syrup (HFCS) sayesinde şeker eklemiş besinlerin ve içeceklerin ucuza mal edilerek şeker, dolayısıyla fruktoz tüketiminin artmasından kaynaklanıyor. İnsan beslenmesinde temel enerji kaynağı karbonhidrat adı verilen şekerli ve nişastalı besinler ve bunların toplam günlük kalorinin yüzde 55-60’ı dolayında alınması gerekiyor. Bu oran içinde şeker miktarının yüzde 10’dan düşük olması ve bunu sağlamak için de şekerli içeceklerde olduğu gibi “eklenmiş şeker” içeren besin alımının azaltılması gerekiyor. Yani sorun öncelikle doğal besinlerle alınan şekerler ve fruktozdan değil bu “eklenmiş şeker”den kaynaklanıyor.
Fruktoz doğada başta meyveler olmak üzere bir çok besinde bulunuyor;örneğin bal neredeyse tamamen fruktozdan oluşuyor ama bu besinlerin tüketimi doğal olarak sınırlanmış durumda. Fruktozun bir şeker olarak en önemli özelliği karaciğere hücreleri içine girmesi için insülin hormonuna ihtiyaç duymamasından kaynaklanıyor. Bu durumda vücudumuza ne kadar fruktoz girerse karaciğer içindeki fruktoz miktarı da o kadar yüksek oluyor. İşte Profesör Lustig ve diğer araştırmacılar fruktozun etanol benzeri etkilerine dikkat çekerek, etanol gibi karaciğerde yağ sentezini uyardığını, fruktozile olan proteinlerin superoksit gibi davranarak karaciğerde inflamasyona yol açtığını ve son olarak fruktozun beyindeki besinlerle ilişkili haz nöronlarını güçlü bir şekilde uyararak bağımlılık oluşturduğunu ve bunun daha çok fruktoz tüketimi sonuçlanan bir “kısır döngü” oluşturduğuna dikkat çekiyorlar. Dolayısıyla Fruktoz tüketimi ile Obesite ve Tip 2 diyabet geliişiminde önemli bir ilişki olduğunu, fruktozun, etanol gibi karaciğer üzerinde kronik toksik etkiye sahip olduğunu, bu nedenlerle fruktoz doza bağımlı kronik hepatotoksin olarak kabul edilmesi gerektiğini, fruktoz tüketimini azaltmak için çok yönlü çabalar ihtiyaç olduğu üzerinde duruyorlar.
Geç de olsa ülkemizdeki tartışmaya gelecek olursak; bu tartışmanın gerisinde besin endüstirisinin şeker kaynağı olarak daha ucuz olan ve kristalleşmeyen mısır şurubunun (buna nişasta bazlı şeker-NBŞ de denmektedir ve en çok yüzde 55 Fruktoz, yüzde 45 glükoz formu kullanılmaktadır.) tercih etmesinden, buna bağlı olarak ülkemizde 500.000 ton mısır şurubu üretilmesi bulunmaktadır. Hükümet de mısır şurubu kotasını yüzde 30’a çıkartarak nişasta bazlı şeker üretiminin önünü yeniden genişletiyor. Bu üretimin yaklaşık 10 milyon ton şeker pancarı üretimine rast geldiği bilinmektedir. Bu durumda bir taraftan şimdiye kadar temel şeker kaynağı olan ( Çumra’daki fabrikada şeker pancarı bazlı sıvı şeker de üretildiğini ama yatırum yapılmadığı için bu kapasitenin artmadığını biliyoruz) şeker pancarı üretimine (Konya ovasının temel ürünlerinden) ve şeker pancarı çiftçisine büyük bir darbe vurulurken, öte yandan eklenmiş şeker içeren besinlerin ve içeceklerin ucuza satılarak şeker ve dolayısıyla fruktoz tüketimi özendirilmiş oluyor. Bütün bu süreçlerin Cargill gibi 66 ülkede 131.000 çalışanı olan uluslararası şirketler tarafından manipule edildiğini tahmin etmek zor değil ve “ küreselleşmenin” öteki yüzünde karın maksimizasyonu dışındaki bütün faktörlerin demode görülerek bir tarafa itildiğini biliyoruz. Bu nedenle de mısır şurubu üretiminin arttırılmasını var güçleriyle savunanların argümanlarının Muhtar Kent ile benzer olmasına şaşmamak gerekir. Başta kolalı içecekler olmak üzere eklenmiş şeker içeren içeceklerin insan sağlığına hiç bir yararı yoktur. Bu tür eklenmiş şeker içeren içecek ve yiyeceklerin daha ucuza satılmasının da insan sağlığına bir yararı olmadığı gibi daha önce anlatılan mekanizmalarla yoksullar daha çok bu ürünlerin bağımlısı haline getirilmektedir.
Sonuç olarak fruktozla ilgili tartışmada belki de en masum olan fruktozun kendisidir. Sorun tamamen “ en ucuz üret, en çok tükkettir, en çok sat, en çok kar et” ve başka şeylere aldırma olarak özetlenebilecek besin endüstrisi politikalarından kaynaklanmakta, hükümet de bir çok konuda olduğu gibi uluslararası şirketlerin dediklerini yaparak ülkemizdeki şeker pancarı üretimine darbe vurduğu gibi, başta çocuklar olmak ülkemizde şeker ve fruktoz tüketiminin artmasına neden olmaktadır. Bu durumda hükümetin bu konudaki politikalarının Sağlık Bakanlığı’nca yakında başlatılan “Obezite önleme programının” başarısızlığı için en önemli faktör olacağını söyleyemek yanlış olmayacaktır.
Teşekkür
Konya Şeker Fabrikası emekli üretim müdürü Cumhur Güngör’e katkıları için çok teşekkür ederim.