Bir kaç ay önce yayınlanan anı kitabımda (Beyne Giden Yol / Doğan Kitabevi) asistanlık yıllarımı anlatmaya şöyle başlamıştım.
“Her kim ki nöroşirürji ihtisası yapmıştır, yani beyin, sinir ve omurilik cerrahisinin o zorlu yollarında yürümüştür, emin olun hayatının en önemli, en değişik, en yıpratıcı, en hareketli ve şüphesiz en iz bırakan yıllarını bu dönemde geçirmiştir. Ben bu dönemi, mesela Napolyon’un ordusuyla savaşa giden gençlerin durumuna benzetirim. Yirmili yaşların başında birdenbire insanlığın en acı halleriyle tanışmak durumunda kalırsınız. Bizimkinin savaştan farkı, çok şükür silah ve başka bir genci öldürme durumu olmamasıdır. Bunların dışında savaşa oldukça benzer. Napolyon’la savaşa mı katıldın diyeceksiniz, Savaş ve Barış’ı okuduysanız yeter.
Genellikle işe başladığınız gün nöbetçi de olursunuz. Sonra ihtisası bitirene kadar, gün aşırı, üç günde bir, en iyisi dört günde bir nöbet tutarsınız. Hastane, çalıştığınız yer olmaktan çıkar, ruhunuzun evi olur, damarlarınıza, iliklerinize sızar. Hastane koridorlarında var olan bir yaşam formuna dönersiniz. Bu forma artık insan adını vermek güçtür. Sürekli yorgundur, sürekli uykusuzdur. Hep bir hata yapma, bir şeylerin eksik kalması, yetiştirilememesi endişesi içindedir. Vücuduna günün değişik zamanlarında pompalanan adrenalin deşarjlarıyla ayakta kalıp işini sürdürebilir. Bir beyin cerrahisi asistanının sloganı, 'yemek bulursan ye, yatak bulursan uyu'dur, çünkü bir daha ne zaman bulacağını bilemezsin."
Bu yazdıklarım yalnız beyin cerrahisi değil birçok branş için geçerlidir. Ben ihtisasa 1986 yılında başlamıştım. Tam 35 yıl önce. Otuz beş yılda dünyada ne büyük değişiklikler oldu. Cep telefonu, kişisel bilgisayar, internet, hiçbiri yoktu. Bunların her biri adeta çağı değiştirecek buluşlar. Peki tüm bunlar asistan hekimlerin hayatında nasıl bir değişikliğe yol açtı? Evet bilgiye ulaşım, iletişim kolaylaştı. Peki asistan hekimlerin günlük hayatları o günden bugüne daha medeni bir hale geldi mi?
Nöbet ertesi evine dönerken geçirdiği trafik kazası sonucu kaybettiğimiz meslektaşımız Dr Rümeysa Şen’in ardından asistan hekimlerin çalışma koşulları yeniden gündeme geldi. Şubat ayında intihar eden Dr Mustafa Yalçın’ın ardından da mesele şöyle bir konuşulmuş sonra unutulup gitmişti. Bu kez de kamuoyunda, özellikle hekimlerin 36 saat nöbet tutmaları tartışıldı ve Sağlık Bakanlığı bir genelge yayınlayıp ‘Uzmanlık öğrencilerinin nöbet uygulaması üç günde birden daha sık olmayacak şekilde düzenlenir’ hükmüne uyulmasını istedi. Böylece tüm sorunlar çözüldü mü?
Güvenlik kamerasına yansıyan acı kazayı içim burkularak izledim. Rahmetli meslektaşımızın nöbet sonrası direksiyonda uyuya kaldığı düşünüldü. Nöbet sonrası uykusuzluk ciddi bir sorundur. Defalarca direksiyonda gözlerimin kapandığını, kimi kez uygun bir yere arabayı çekerek 15-20 dakika uyuduğumu bilirim. Bir hekim arkadaşımın nöbet sonrası, direksiyonda uyuya kalması neticesinde çarptığı, ailesi başka bir ilde olan, çalışmak için İstanbul’a gelmiş bir genci, hastanede tedavisi bittikten sonra evine alıp iki ay baktığını hatırlıyorum.
Ancak, genç meslektaşımızın hayatına mal olan kazada uykudan fazlasının olduğunu bilmenizi isterim. Eğer hekimseniz kapıdan çıkıp hastaneyi, hastaları arkanızda bırakarak evinize gidemezsiniz. “O gün ameliyat ettiğiniz hastada ameliyat sahasında kanama olabilir mi, iki gün önce ameliyat ettiğiniz hastanın ateşi biraz yükselmişti acaba bir enfeksiyon mu gelişiyor, yarın ameliyat edeceğiniz hastanın tümörü zor bir yerde en uygun girişim yolu hangisi” gibi sorular kafanızın içinde bir burgu gibi beyninizi oyar. Eğer asistan hekimseniz, bu sorulara, dertlere bir dünya daha eklenir. “Yoğun bakımdaki hastanın sodyum değeri düşüktü, onu yeni nöbetçiye devretmeyi unuttum arabadan inince mesaj yazayım. Yarın makale saatinde sunumu ben yapacağım, makaleyi henüz okumadım, İngilizcem de iyi değil, ya hoca beğenmezse sunumumu, şimdi çok yorgunum, sabah dörtte uyanıp hazırlamaya çalışayım. Önümüzdeki kongre için yazmam gereken bildiriyi daha tamamlayamadım, arşivde dosyaları bulamıyorum. Geçen gün kıdemlim beni herkesin ortasında küçük düşürdü, resmen bağırıp hakaret etti, bir hafta kendime gelemedim. Dün bilinci kapalı yatırdığımız hastanın ailesi tehdit etti, hastaya bir şey olursa seni öldürürüz diye, adam zaten komada elimizden geleni yapıyoruz ama...
Diyebilirsiniz ki bu mesleği seçmişsin, mesleğin ‘fıtratında’ var bunlar, başka meslek seçseydin. Öyle mi acaba? Bir kaç gün önce T24'te Gözde Yel ve Melis Karaca bir dosya yayınladılar ve sordular “Türkiye sadece doktorlarını mı kaybediyor yoksa geleceğini mi?”. Bu dosyada Türk Tabipleri Birliği’nden alınmış veriler vardı. 2019 yılında 1047, 2020 de 931, 2021 Eylül ayına kadar ise 967 doktor yurt dışına gitmek için başvurmuş. O dosyada da belirtildiği gibi, tıpta uzmanlık sınavlarında beyin cerrahisi, kalp cerrahisi gibi bölümlere ilgi azaldı. Daha az nöbet tutulan, nöbetlerde yoğunluk olmayan, şiddete maruz kalma riskinin en az olduğu branşlar tercih ediliyor. Öğrenciyken yurt dışında staj yapan bir hekim “Orada hekimlerin aslında ne kadar insani şekillerde çalışabildiğini gördüm. O zaman kesin karar aldım” diyor ve yurt dışında çalışmak üzere sınavlara hazırlanıyor.
Mesele sırf nöbet meselesi değildir. Örneğin bir hekimi poliklinikte beş dakikada bir hasta bakmaya zorlarsanız sigortaları atar. Bunun sonucu, ister istemez hekimle hastayı karşı karşıya getirmektir. Bunca yıl okuyup, insan hayatıyla uğraşan bir hekim hak ettiği ücreti alamazsa bir de kafasında geçim derdiyle hasta bakmaya başlar. Çalıştığı ortam çağdaş değilse, odasında bilgiye rahatça ulaşabildiği bir bilgisayar yoksa, liyakatin değil sadakatin esas olduğu bir atmosferde çalışıyorsa, mutsuz olacağı bir ortamda yaşayıp bir de hatanın insan yaşamına mal olacağı bir iş yapıyorsa, trafik kazası da yapar, intihar da eder, çareyi yurt dışına gitmekte de bulur.
Oysa bütün bunlara çözüm bulmak o kadar zor değil. Türk Tabipleri Birliği, Tabip Odaları, Uzmanlık Dernekleri ve Sağlık Bakanlığı temsilcileri bir araya gelip çözüm odaklı çalıştaylar yapsa, sorunları tespit edip çözüm önerilerini belirlese, bir ucundan uygulamaya başlasa, uygulamalarla ilgili geri bildirimleri değerlendirip geliştirse...
Yeter ki önceliğimiz siyaset değil de kamu yararı olsun. Bunun için gereken bütçe nereden gelecek diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Ben basit bir öneride bulunayım. Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinin yüzde onunu bu işe ayırın, sorunların yüzde doksanı hallolur. Hadi bir öneride daha bulunayım. Şehir hastanelerine devletin ödediği fahiş garanti ücretlerde bir düzenlemeye gidin, doktorlarınızın daha insani, daha çağdaş koşullarda hizmet vermelerini sağlayacak bir bütçeyi elde edersiniz.
Ey halkım, eğer çocuğunuz hastalandığında, anneniz, babanız, kendiniz acile gittiğinizde karşınızda kafası rahat, zinde, tek düşüncesi karşısındaki hastaya odaklanmak olan bir hekim bulmak istiyorsanız, biraz empati yapın, biraz hekimlerin yanında durun. İnanın bu mesleği seçmiş her hekimin en büyük arzusu da rahat bir kafayla hastasıyla ilgilenmektir.