Beyazıt'taki Sahaflar Çarşısı'ndan, Yansıma Dergi'sinin Haziran 1973 tarihli 'Günümüz Türk Şiiri Özel Sayısı'nı aldığım günü hatırlıyorum. Daha 12 Eylül darbesi olmamıştı. İstanbul Tıp Fakültesinin ilk yılını İstanbul Üniversitesinin Beyazıt'taki Kampüsünde okuyorduk. Dergide, daha önce herhangi bir şiirini okumadığım, genç yaşında ölen bir şairin şiiri de vardı. Sevdadır isimli şiir beni kıskıvrak yakalamıştı. Hapisteki sevgiliye yazılmış bir şiirdi.
Göğü kucaklayıp getirdim sana / kokla / açılırsın
diye başlıyordu şiir. Beni en çok çarpan kısmı:
Giyecek çamaşır getirdim sana / adettir diye değil, sevdim diyedir / bağışla, eski biraz / bedenim uygundur diye bedenine / elimle yıkadım ütüledim / elma ağacında kuruttum
dizeleriydi.
Mart 2023'ün Dolunay Öyküsü, o şairi ölümünün ellinci yılında anmak için yazıldı.
SEVDADIR
Bir Arkadaş Z. Özger şiiri gibi girmiştin hayatıma. Arkadaş'ın ölümünden çok sonra, benim ölümüme çeyrek kala. Pandemi sonrasıydı. Sert ve karanlık geçen bir kışın ardından gelen ılık ve bahtiyar bahar günleri gibiydi hayat. İnsanlar burunlarının dibinde hissederek yaşadıkları ölüm korkusunu üzerlerinden atmış, hayatla yeniden tanışıyormuş gibiydiler. Benimse bunalıma girdiğim günler yeni başlıyordu. Varoluşsal bir bunalım değildi benimki. İşi gücü bırakıp Ege'de bir kasabaya yerleşmek, bir teknede yaşamak, doğayla baş başa olmak gibi hayallerim yoktu. Ben plaza kızıydım ve hiç de şikayetçi değildim hayatımdan. Ofis ortamını seviyordum. Masamın başından kalkıp kahve almaya giderken iki dedikodu, üç geyik yapmak, öğle araları gidip manikürümü tazeletmek, akşamları, bir drink atalım mı, diye başlayan ve her seferinde kıyıdan derinlere açıldığımız bohem gecelerine dalmak ve Pera'nın gizemli labirentlerinde karşıma ne çıkacağını bilmeden dolaşmaktan, acayip keyif alıyordum.
Soğuk bir kış sabahında Beşiktaş'tan Kabataş'a yürürken fark ettim ilk kez içimde büyümeye başlayan isimlendiremediğim şeyi. Deniz de, gökyüzü de uzaktı. Bulutların dili tutulmuştu. Her zaman benle konuşan, hayal dünyamın kapılarını açan bulutlar suskundu bugün. Sanki sık dokunmuş bir tülün ardından bakıyor gibiydim İstanbul'a ve o şey içimde büyümeye başlamıştı. O gece senle tanışmasak her şey çok daha çabuk olup biterdi muhakkak, ama işte sen çıkmıştın karşıma. O ilk sıkıntı metroda hafiflemişti sanki. Funikülerle yukarı çıkıp aktarma yaptığımda, vagonda yer bulup kitabımı açmak rahatlatmıştı beni. Oradaydı biliyorum, ama kitaptan rastgele seçtiğim şiirle sanki içimde bir pencere açılmış ve dışarı doğru süzülmüştü.
Akşam meyhanede, yan masa muhabbeti koyulaştığında senden söz etti birisi. Orada sessizce oturmuş, sabah bana küs bulutlarla dertleşiyordun sanki. Dalgındın. Arada bir hikâye anlatıp tekrar kayboluyordun kendi içinde. Gece bitmedi. Cuma cumartesiye döneli saatler olmuştu ve birleştirdiğimiz masalarda muhabbet devam ediyordu. "Instagramın var mı" diye ben sordum ayrılırken, "telefonunu ver WhatsApp'tan atayım" duymayı istediğim cevaptı. İçimde büyümeye başlayan şey açılan baraj kapaklarına direnemeyecekti. Çıktı gitti, tekrar kapakların kapanacağı günü sinsi bir şekide beklemek üzere.
İki cumartesi sonrasıydı, Galata'da, Lüleci Hendek Sokak'taki eski apartmanın merdivenlerini ağır ağır ve kafamız parlak çıkarken. Evini merak ediyordum. Kapıdan içeri adımımı attığımda, karşılaştığım muhteşem İstanbul manzarası değil, hardal renkli duvarlarda, kahverengi çerçeveler içinde saman sarısı kağıda el yazısıyla yazılmış, şiirler beni vurdu. "Arkadaş Z. Özger'in şiirleri" dedin. Şiir okumayı sevmeme rağmen tanımıyordum Arkadaş Z. Özger'i. "Neden Z" dedim, "Adı Zekai, şiirlerini Arkadaş Z. Özger diye yayımladı" diye yanıtladın. Hava serindi ama evde pencereler açıktı. Köşede kısık bir lamba aydınlatmak için değil de, karanlıkla arkadaş olabilmek için vardı sanki. "Üşüdüm, pencereyi kapatır mısın" dedikten sonra loş ışıkta ilk okuduğum şiir Pencereydi.
Ben şiiri okurken masadaki hoparlörden de Sadık Gürbüz'ün sesi yükseldi:
pencereyi kapamagök dolabilir içerisen neyi görebilirsinıslak bir bulutun ağışını mıpencereyi kapamakuş dolabilir içerisen neyi taşıyabilirsinkırık bir dalın yükünü müpencereyi açsoluğun çıksın dışarısen büyütmedin mi ciğerinde onukokusu hayatı yıkasın diyepencereyi açsesin sarsın dünyayıduyulur elbet ta ötelerdenyürek kendini tanır
Anılar akıyor, seninle yaşadıklarımız, gezmelerimiz, içmelerimiz, sevişmelerimiz. Venedik'e gitmiştik birikte. "Efsunlu iki şehir vardır dünyanın bu parçasında" derdin, "Biri bizimki, diğeri Venedik. Büyüsünden kaçmamalısın." Ben turist kalabalıklarını sevmem, elimden tutup San Marco'dan Rialto Köprüsüne doğru akan güruhtan beni sıyırıp aldığında, tenha ve karanlık sokaklardan, dar ve tekinsiz köprülerden dolaştırıp turistlerin avucumuzdan düşen kum taneleri gibi tükenip gittiği Dorsudoro'ya götürdüğünde, başka bir dünyasına adım atmıştık kadim şehrin. Küçük, meze ve ucuz şarap içebildiğin öğrenci barları ve hiç bitmeyecekmiş gibi görünen Fondamenta Zattere al Ponte Longo, o upuzun isimli upuzun yol... Belki de o gece ve ertesi gün hayatımın en güzel 24 saatiydi. Dorsudoro'da bir yan sokaktaki 17. yüzyıl evinin ağır demir kapısı, tarihle alay eder gibi, yanda ışıldayan kutudaki tuşlara basınca ruhunu teslim etti. Sonra üç kat yukarıda bu sefer başka bir kapı, başka bir rakam kombinasyonuyla açılıverdi. "Venedik'te evin mi var" diye gözlerim faltaşı gibi açılarak sordum. Telefonunu işaret ettin, "Yok aplikasyonum var, bu evin sahibesi de Lüleci Hendek'teki merdivenleri tırmanıyordur şimdi". Hayatı kolay, mülkiyetsiz ve beklentisiz yaşamana bayılıyordum. Her an her şey olabilirdi, başlar ya da biterdi. Sevgi çoğalmak için vardı. Seninle birlikteyken anlamsız kıskançlıklar, saçma tartışmalar yaşanmazdı. Ertesi gün Guidecca'da, rengarenk evlerin önünden yürüyüp kıyıdaki Osteria'da mürekkep balıklı makarna ve polenta yerken, hepsi Venedik dekorunda geçen Donna Leon polisiyelerini anlatıyordun. İstanbul gibi bu şehre de aşıktın. Ayrılırken saman kağıdına, el yazınla bir şiir yazıp -Arkadaş'ın şiiri tabii- pencerenin kenarındaki kaktüslerin arasına iliştirmiştin:
dün geldimgeç kalsam da bağışlanırbir bahar bozumuydu yola çıktığımda yüzümde suçlu bir merakkalbim heyecandan telaşlıgözlerimde ısırgan bir hüzün vardı
Ben şaşkın, "Türkçe bilir mi ki bu evin sahibesi" demiştim, "İtalyanca yazmamış Arkadaş ne yapalım" diye gülümsemiştin.
Aylar geçti, mutluyduk, ama baraj kapakları kapanmaya başlamıştı sanırım. İçimde yeniden büyümeye başlamıştı o sıkıntı. Bir gecenin köşesiydi, sevişme sonrası. İnsanın çarşafın dokunuşunu keyifsizce bedeninde hissettiği, az önce çoşku veren bedenin, bir külçe ete dönüştüğü, sevişmenin bitip sıradan hayata adım atmanın kenarda beklediği, o garip dakikalar. Bir çağlayana doğru sürüklenen kayıkta gibi hissetim, sonun başlangıcını. İçimde büyümesi durmuş sıkıntı, bütün cesametiyle ortaya çıkmıştı yeniden. Melankoli ağını üzerime atmış, kıskıvrak yakalamıştı yine. Komodinin üzerinde duran su bardağına uzandım. Yanında, saman kağıda yazmaya başladığın bir başka Arkadaş şiirinin ilk dizeleri:
sonra bir gün anneler de ölürböcekler ve kertenkeleler ölürboşalır suyu havuzun kum seddi yıkılıncasivrisinekler ve kağıttan kayıklar ölürsonra o gün çocuklar da ölür
Döndüm ve ilk kez sordum o soruyu sana. "Neden Arkadaş Zekai Özger, onca şair varken ve neden yalnız o?" Gözlerin doldu, konuşamadın bir zaman. Sonra ağır ağır bir dörtlük okudun:
bir gün benbüyürsem bir gün benbaba olursam bir gün benmasal anlatıcam çocuklarıma
"Ankara'da 5 Mayıs 1973'de 25 yaşında öldüğü saatlerde, ben de Zekai Tahir Burak Hastanesi'nde doğmuşum. Adımı Zekiye koymuşlar. Babam beyaz bir güvercin konduydu pencereye senin doğum haberin geldiğinde diye anlatmıştı, baba kız öğle rakısı içtiğimiz yağmurlu bir günde. Bu kadar tesadüf fazla, uzun zamandır biliyorum: Ben Arkadaş'ın masallarını anlatamadığı doğmamış çocuğuyum, ya da şairin o kadar genç ölümünü kabullenemeyen isyankâr bir meleğin, aceleyle yeni bir bedene yerleştirdiği ruhu."
Kalbime kor gibi aktı sözlerin. İçimde büyüyen sıkıntıyı besledi, büyüttü. O günden sonra yeryüzünün gölgeleri arasında yaşadım bir süre. Varken yokluğa akmaya başladım. Sen peronda yanlışlıkla bindiğim bir trendin taa en başta. Kaderim o treni kaçırmaya programlanmıştı. Ama binivermiştim işte penceresinde danteller olan o vagona ve artık inme zamanı gelmişti. Neden diye sorma bana. Sormazsın zaten, hayatı nisan yağmurları gibi yaşamaya alışıksın. Öyle kendinden, temiz ve hiçbir şeye şaşırmadan...
Bir sabah yumurta alayım bakkaldan diye çıkıp gittim. Hüzünle baktın yüzüme. İkimiz de yumurtadan nefret ederiz. Başka ne diyebilirdim ki, veda edemezdim. Gözyaşlarıyla yanağından öpemezdim. Parmaklarına dokunsam kopup gidemezdim. "Dur sana bakkaldan alman için bir liste vereyim" dedin. Aceleyle saman kağıdına yazıp uzattın ve kapı "geniş kanatları boşlukta simsiyah" kapandı ardımdan. İnce bir yağmur yağıyordu ve elimdeki kağıt sessizce ağlıyordu:
yalnızım bunu hep söylüyorumgeceyi çarmıha geriyorum kimseler tapmıyorhüznümü ölçeğe vuruyorum yüreğime sığmıyorher şey ne kadar olabilir meraklanıyorumyüzüme dokundukça tırnaklarım kanıyoryalnızlığımı hüznümle yoğuran geceöyle basitsin ki sen bütün şiirlerin içindebiliyorum biliyorum bunu da biliyorumgökteki yıldızlar kadar dizeler yazılsa dakendime kendimden başka kendim yokne utancımı kuşanan bir sevgine çirkinliğimi öpen bir kızyalnızlığımdan yalnızlığım yalnız
…..
yıldızlar sayılmaz hasret uzaktaben sevgiye hasretim, sevgi uzakta
Talat Kırış kimdir? Talat Kırış, 1961 yılında İstanbul'da Süleymaniye Doğumevi'nde dünyaya geldi. Sırasıyla Ataköy İlkokulu, İstanbul Erkek Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi'ni bitirdi. Öğrenciliği sırasında yurtiçi ve yurtdışında kaza cerrahisi ve beyin cerrahisi kliniklerinde staj yaptı. Prof. Dr. Türkan Saylan'la birlikte Van'da lepra hastalığı üzerine saha çalışmalarına katıldı. Konya Devlet Hastanesi Acil Bölümü'nde mecburi hizmetini; 1986-1992 yılları arasında İstanbul Tıp Fakültesi Nöroşirurji Anabilim Dalı'nda ihtisasını tamamladı. Uzmanlık tez çalışmasıyla Beyin Araştırmaları Derneği ve Japon Nörotravma Derneği'nden ödül aldı. Uzmanlık sonrası Kartal Eğitim Araştırma ve Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları hastanelerinde çalıştı. 1995-1996 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri, Arizona, Phoenix'te bulunan Barrow Nöroloji Enstitüsü'nde burslu olarak, kafa kaidesi tümörleri ve beyin damar hastalıkları üzerine üst ihtisas yaptı. İstanbul Tıp Fakültesi Nöroşirurji Anabilim Dalı'nda 1999 yılında doçent, 2006 yılında profesör oldu. 2006 yılında 9. Uluslararası Serebral Vazospazm Kongresi'nin başkanlığını yaptı. Türk Nöroşirurji Derneği Yeterlik Kurulu kurucu üyeliği, Nörovasküler Eğitim Öğretim Grubu başkanlığı, Nöroonkoloji Eğitim Öğretim Grubu başkanlığı, Temel Kurslar eş başkanlığı, yönetim kurulu üyelikleri, Türk Nöroşirurji Dergisi ve Turkish Neurosurgery dergileri baş editörlüğü, Nöroonkoloji Derneği ikinci başkanlığı ve Türk Nöroşirurji Derneği başkanlığı yaptı. Avrupa Nöroşirurji Dernekleri Birliği Araştırma Komitesi üyeliği görevinde bulundu. Akdeniz Beyin Cerrahları Derneği Eğitim Komitesi Başkanı olan Kırış, 2017-2021 yılları arasında Dünya Nöroşirurji Dernekleri Federasyonu Beyin Damar Hastalıkları Komitesi Başkanlığı yaptı. Dünya Nöroşirurji Dernekleri Federasyonu'nda Türk Nöroşirurji Derneği'ni temsil eden delege olan Prof. Dr. Talat Kırış, meslek yaşamını Vehbi Koç Vakfı Amerikan Hastanesi ve Koç Üniversitesi Hastanesi Beyin Cerrahisi bölümlerinde sürdürüyor. Kırış'ın editörleri arasında bulunduğu İngilizce iki kitabı, 100'den fazla kitap bölümü, ulusal ve uluslararası dergilerde makaleleri yayımlandı; çok sayıda ülkede beyin cerrahisinin çeşitli alanlarında eğitim kursları ve konferanslar verdi, yurtiçi ve yurtdışında eğitim amacıyla çok sayıda beyin cerrahının izlediği canlı ameliyatlar yaptı. Tıbbiye öğrenciliği yıllarından itibaren 40 yılı aşan öğretim üyeliği ve hekimlik hayatını, 2021'de yayımlanan "Beyne Giden Yol / Bir Beyin Cerrahının Anıları" adını verdiği kitabında anlattı. TEDx ve farklı sosyal platformlarda konuşmaları yayımlanan Kırış, aynı zamanda kıdemli bir denizci olarak Güney Amerika'dan Antarktika'ya kadar uzanan yelkenli seyahatler yaptı, Grönland'da kanoyla Kuzey Kutup dairesi geçiş yaptı. Anılarında hayalini, "Bir Şehir Hatları Vapuru'na ismimin verilmesini isterim. Kimbilir, kısmet..." sözleriyle paylaştı. Gençlik yıllarından itibaren yazın dünyasıyla ilgilendi, 1984 yılında Düşün dergisi masal yarışmasında mansiyon kazandı. Argos sanat dergisinde öykü ve denemeleri, Cumhuriyet ve Radikal gazetelerinde yazıları yayımlandı. 2012 yılından Yacht Türkiye dergisinde yazmaya başladı. Ağustos 2019'dan itibaren T24'te düzenli yazılar yazıyor. |