(Uyarı: Aşağıdaki metin, The Politician dizisine ilişkin yoğun spoiler içermektedir! Diziyi henüz izlememiş olanların izledikten sonra okuması önerilir.)
Netflix'te önceki hafta seyre sunulan Amerikan yapımı The Politician, birçok yönden ele alınıp tartışmaya açılmayı hak eden bir dizi. Bu, henüz lise düzeyinde ve üniversiteye adım atma aşamasındaki bir avuç yeniyetmenin yetişkin yaşamın hırslarına nasıl çoktan yelken açtıklarını anlatan bir yapım. Dolayısıyla bir eksen, "yetişkinleştirilmiş yeniyetmelik" denilebilir.
Karşımızdaki 10'lu yaşların sonlarına yaklaşan çocuklar, artık "Z-kuşağı" olarak tanımlanan kültürel kategorinin karşılığı... Bunlar, "Milenyum"a (2000'li yıllara) doğmuş, hayatı "cep-telefonu"yla, yani "mobil" yaşayan, yazılı-sözlü kelimelerden çok resimleri seven, ama en çok, daha doğrusu hep görünmek-görünmek-görünmek isteyen bir kuşak olarak ayırt edilmekteler.
Bu kuşağın dünyasına odaklaşan The Politician, "siyasetin Z-hali" ya da Z-kuşağında siyasetin anlamı üzerine düşünme imkânı açıyor. Bu doğrultuda, siyasetin kişisel hırsları tatmin, en çok da "görünme-tanınma-bilinme" (recognition) yolunda bir araç olmaktan öte hiçbir anlam taşımadığı bir kuşakla karşı karşıya olduğumuz işaret edilmekte. Hemen başlangıçta, dizinin ana karakteri, hırstan gözü kararmış, yüreği katrana gömülmüş Payton Hobart'ın (Ben Platt) lisenin öğrenci başkanlığı seçimi için adaylığını sunmak için odasında kendisiyle konuştuğu dekana söylediklerinden bunu anlıyoruz.
Payton, ileride ABD başkanı olmayı kafasına koyduğunu söylediği lise dekanı kendisine ülkenin eski başkanlarının özellikleri ve tecrübeleriyle ilgili ne bildiğini sorduğunda şu cevabı veriyor:
"Reagan'dan öncesine bakmadım, çünkü beni ilgilendiren kısmıyla modern başkanlık onunla başladı. Televizyon ve şöhret başkanlığı… İnsanlar televizyonda gördükleri kadarıyla başkanlarının karakterini düşünmeyi sevdiler. Pek çoğu başkanların gerçek yaşamını hiç görmedi."
Bu sözlerden hemen anlıyoruz ki "Meşhuriyet çağında başkan olmak", diğer deyişle bir "realite-şov" olarak başkanlık, dizinin tematik sorunsalını oluşturacak.
Bu tabii ki beraberinde "gerçekliğin kaybı" ve "gerçeklik gösterisi"nin gerçeğin yerini almasına dair irkiltici sekansları da getirecektir. Tıpkı Payton'ın karşısına okul başkanlık yarışında art arda rakip olarak çıkacak iki aday; (intiharı ardından hikâyeye "Payton'un vicdanı" olarak devam edecek) River (David Corenswet) ile sevgilisi Astrid'in (Lucy Boynton) sevişme sonrası konuşmalarında olduğu gibi…
River, sevişirken numara yaptığını hissettiği Astrid'e bunu söylediğinde gelen "Evet yapıyorum" cevabı sonrasında ikisi arasındaki şu diyaloğu izleriz:
"- Numara yapmanı istemiyorum. Yakınlık kurmamız gerekmiyor mu?
- Evet ama sana özgüven de depoluyoruz ki potansiyelini gerçekleştir. Porno izlediğini biliyorum. Gösterişli seksten hoşlanman normal.
- Ama ben gösteriş istemiyorum. Senin gerçeğini istiyorum.
- Bundan sonra daha gerçek görünürüm.
- Gerçek görünmeni değil, gerçek olmanı istiyorum.
- Aradaki fark ne, anlamadım?!.."
Bu şekilde, "Meşhuriyet Çağı yangını" içinde cayır cayır haldeki bir kuşağın dünyasına dokunaklıca temas eden dizi, daha genel anlamda Trump Amerika'sının trajikomik sefaletini de gözler önüne seriyor.
Bu serimleme, American Horror Story dizi-antolojisinin 7'nci sezonunda (2017) izlediğimiz AHS-Cult ile özellikle "Trumpizm"in toplumsal-kültürel altyapısına yönelik göndermelerde buluşmakta sanki... Ve bunda her iki dizinin yapımcı, senarist ve yönetmen kadrosunun aynı isimlerden (Ryan Murphy, Brad Falchuk, Ian Brennan) oluşmasının da payı olsa gerek.
"Trumpizm"le kastettiğimiz, bir ekonomi-politik işleyişin belirleyiciliği doğrultusunda yalanın bir "kültürel norm" (yaşam kuralı) haline gelmiş olması. İnsan gündelik yaşamının akışı içinde artık "doğru"dan ve "gerçeklik"ten, ne bir arayış ne bir değer ne de bir erek olarak söz etmenin mümkün olmadığı; özellikle siyasette ikna ve rızanın hangi yalanın daha geçerli olduğu noktasında sağlandığı bir dünya çıktı ortaya. Bu dünya halinin adı da "post-truth" olarak kondu.
"Hakikat-ötesilik" olarak Türkçeye çevrilen post-truth kavramı, yapılan ve söylenen her şeyde gerçeklik ve doğruluktan ziyade, yalan da olsa coşku, tutku ve iyi-hissettirmenin amaçlandığı bir toplumsallık içinde olduğumuzu işaret ediyor. Bunun elbette bizim bu topraklarda da hem politik-kültür hem popüler-kültür bünyesinde karşılıkları var.
ABD'de ise böyle bir toplumsallığın siyasetteki sonucunu veciz şekilde ifade etmek istersek, "Bütün siyasetçiler yalancıydı, birinciliği Trump'a verdiler" diyebiliriz.
The Politician işte böyle bir anlayışla "birinciliğe oynamak isteyen", çok zengin bir ailenin evlatlık oğlu Payton çevresinde örgülenen bir öyküye sahip.
Payton'ın lisede kendisine rakip yakın-arkadaşlarıyla kıyasıya, acımasızca ve vicdansızca süren (elbette ilerideki ABD başkanlığı hedefinin ön-hazırlığı mahiyetindeki-!) öğrenci-başkanlık yarışı bize aslında "Amerikan Rüyası"nın karanlık yüzünü; bireycilik, rekabet ve Makyavelizm'den müteşekkil kâbusu resmediyor. Ana-baba ve çocuk ilişkisinden, yaşlılık-gençlik, öğretmenlik-öğrencilik, varlıklı-yoksul, kadın-erkek, siyah-beyaz, sağlıklı-engelli, heteronormatif-LGBTİ ilişki ve karşıtlıklarına kadar açılan yelpazedeki fırça darbeleri de izlediğimiz, "Gösteri Çağı'nda var olmak ya da olmamak" alt-başlığı konulabilecek bu trajediyi zenginleştiriyor.
Donald Trump'ın "aysbergin görünen yüzü" olduğunu düşünmeye kışkırtan bir yapıtla karşı karşıyayız.
Dizi, aradan bunca yıl geçmesine karşın hâlâ unutamadığım ve ilk izlediğim günkü tazeliğiyle zihnimde yerini koruyan 1999 yapımı Oscar ödüllü Amerikan Güzeli'ni de fazlasıyla çağrıştırdı bana. Adeta o filmin güncellenmiş bir sürümüyle karşı karşıya olduğum hissine kapıldım. Özellikle de Payton’a, River'dan sonra başkanlık yarışında rakip olmuş, güzeller güzeli ve baba-tacizinden mustarip Astrid karakteri kışkırttı bu çağrışımı.
Astrid, okul başkanlık yarışında kaybetme riskine karşı, Payton'ı kriminal şüpheli hale getirecek şekilde, kandırdığı okul-arkadaşı Ricardo (Benjamin Barrett) ile evden kaçıp New York'ta kayıplara karıştığı aşamada içinden geçenleri şöyle paylaşır:
"Hiç bu kadar mutlu olmamıştım! Kapana kısılmış gibiydim. Çıkışım yoktu. Ama bu aptal herif [Ricardo] geldiğinde özgürlüğe giden yolu buldum. Fiyatı ucuzdu: 300 dolar. Karşılığında odamı dağıtıp beni götürdü. Yanıma hiçbir şey almadım, taze bir başlangıç yapmak istedim. ‘Gerçek Amerikalılar' gibi seyahat ettik. Fakirler gibi. Hayatımda ilk kez sıradan ve normal olmak istedim. Yavan olmak, beni özgürleştirdi. Sıra bekledim. Zincir restoranlarda yedim. Garip, rahatsız bir turist olmaya can atıyordum. Bu, hayat boyu yaşadığım ‘rahatlık mutsuzluğunu' kaldırabilmemi sağladı; evime, aileme, arkadaşlarıma karşı nefretimi, okuldaki baskıyı, sosyal baskıyı… Artık bitti!"
Ama sonrasında Astrid, cehennemî de olsa zenginlikle bezeli baba-evine geri dönüp kaldığı yerden, üstelik "evden-kaçma" macerasını da başkanlık yarışında yarara dönüştürerek devam edecektir. Ortadan kaybolduktan sonra şimdi birdenbire karşısında belirdiği annesiyle (ki kocasıyla bir fahişe olarak ilişki kurup sonrasında evlenmiş ve Astrid'i doğurmuştur) arasında geçen şu konuşma, bize bir ekonomi-politik işleyişin ürettiği kültürel-psikolojik karanlık hakkında da fikir vericidir:
"- Uzaklaşmam gerekiyordu. Mutlu değilim. Hayatımdan nefret etmek istemiyorum.
- Mutsuzluk, yaşattıkların için geçerli bir sebep değil. Ayrıca antidepresanlar bunun için var.
- Yaşadığımı hissetmek istiyorum anne! Mutsuzluğumu göremeyecek kadar ilaç alırsam, değişiklik gerektiğini nasıl bileceğim?..
- Bizim gibiler değişiklik yapmaz. Değişiklik, elde ettiğimiz her şeyi riske atar."
Manzara budur. Ve bu manzaranın içinde biz, "Milenyum'un kayıp çocukları"nın o toy mu toy başkanlık hırsının da aslında bir "antidepresan"dan ibaret olduğunu anlarız.
Onların paramparça içleriyle, kırık-dökük duygularıyla yüzleşme acısına tahammül edemedikleri noktada "hırs" salgılayarak yollarına devam edebildiklerini düşünmeye elverir bir seyrin içinde buluruz kendimizi.
Dizinin ilk bölümünün başına düşülen notta belirtildiği üzere bu, azim, hırs ve ne pahasına olursa olsun hedefe ulaşmayı anlatan bir komedidir ve akıl sağlıklarıyla uğraşmak durumundaki herkes için rahatsız edici olabilir... Çünkü "post-truth" bir dünyada tüm çıplaklığıyla "truth" yani hakikatin izini süren bir yapıttır The Politician!..
Başta aktardığımız, Payton'un okul-başkanlığına adaylık için dekanla yaptığı konuşmaya geri dönerek çevrimi tamamlayalım. Orada kendisine kararlılığı, hırsı ve (jenerikte izlediğimiz üzere) yüreği katranla kaplanmış haliyle, yaşının çok ama çok ötesinde tam anlamıyla "plastik" bir politikacıyı andıran Payton'a en son ne zaman ağladığını sorar okul dekanı…
Payton'ın cevabı, "Noel'de Şahane Hayat'ı seyrederken, filmin sonunda ağladım" şeklindedir.
"O filmde ağlamayan yok ki" dedikten sonra okul dekanı Payton'a çok daha sıkı bir soru sorar:
"Etkilendiğin için mi ağladın, ağlaman gerektiğini düşündüğün için mi?.."
Payton'ın cevabı, dizinin 8 bölüm boyunca bizi nerelere çekeceğini acı acı müjdeler gibidir:
"Fark eder mi?.."
Bununla birlikte bütün bölümleri izleyip sonuna geldiğimizde dizi, okul dekanının bu baştaki sorusu ve Payton'ın cevabıyla titreşimli mahiyette, bizi Özdemir Asaf'ın şu dizelerinin yanına bırakıp gidiyor:
"Ağladığımı gör deye ağlamayorumAğladığım için ağladığımı görüyorsun…"