Şu anda yazmakta olduğum yazıyı belki de çok kısa bir süre sonra yazamayacağım, ya da gözü karartıp her yazının içeriğine göre hükümet tarafından tamamen canlarının istediği yönde kararlaştırılacak 'suç', 'suç miktarı' ve 'suç yapısına' göre hapis yatmayı göze alarak yazacağım…
İhtimal kısa bir süre sonra, her yazının başına oturduğumda, önce kafamı iki elimin arasına alıp uzun uzun düşüneceğim, "bu haberi yorumlarsam, üzerine fikir beyan edersem, bu konuya itiraz edersem, muhalefet edersem yarın sabaha karşı kapım kırılarak evime girilebilir ve yaka paça götürülebilirim…"
Ancak buna razıysam, bu durumu göze alabiliyorsam yazmaya başlayabileceğim!
Bu tabii sadece benim için geçerli değil. Sadece siyasi gündeme dair yazı yazanlar, yorum yapanlar için veya YouTube kanalında gündem değerlendiren yayınlar yapanlar için de değil, mesela Twitter'da karşılaştığınız, bilinen ve güvenilir haber sitelerinin yaptığı tek bir 'sakıncalı kabul edilebilecek haber'in tweetini yeniden paylaşan, sadece o olay özelinde itirazı olan, yani kararlı muhalif olmak gibi bir meselesi olmayan sıradan bir vatandaş için de geçerli olacak.
Yeniden paylaşılan 'o haber'i yapan haber portallarının ödeyeceği bedeller de olacak pek tabii.
İşte tam da bu noktada, zaten yürürlükte olan otosansür sistemleri daha da koyulaşarak devreye girecek, nasıl girmesin?
Seçim arifesinde de zaten kısık olan muhalif sesler neredeyse tamamen kesilecek, muhalifler tümden susacak, susturulmuş olacak!
Hâlihazırda 14 maddesi kabul edilen, adına da 'dezenformasyonla mücadele' denilen bu yasa düzenlemesinin Meclis'ten geçmesiyle yaşayacaklarımızın sadece bir kısmı bunlar olacak, şüpheniz olmasın…
Bu hatırlatmayı önemli buluyorum. Ha siz yine de sessizce bu sürecin ilerlemesini izlemeye devam edebilirsiniz, mesele değil!
Tamam, ben konuma dönüyorum artık… Hâlâ yazabiliyorken daha fazla zaman kaybetmek istemiyorum! Son günlerde 'Kürt meselesi' Selahattin Demirtaş ve Kürt siyaseti üzerinden tartışılıyor.
Üstten bakışı sonradan değil daha doğduğu andan itibaren edinen 'fazlasıyla Türkler' akıl vermeye, Demirtaş'In nasıl davranmasının, ne yapmasının ve demesinin doğru olacağını dikte çabasına devam ededursun…
(Buraya bir not olarak, ne demek istediğimin daha net anlaşılması için Türkiye'de yayınlanmış politik bir başyapıt niteliğindeki Barış Ünlü tarafından kaleme alınmış Türklük Sözleşmesi'nin okunması önerisini bırakıyorum.)
'Akıl verme girdabı'ndan kaçınmaya özen göstererek, hâlihazırda yaşanan 'Kürt sorunu'nun elle tutulur, fazlasıyla gerçek örneklerinden biri üzerine konuşalım istiyorum.
Bakınız, 2022 yılının Ekim ayında -yani bu çağda, bugünde- çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu bir kent olan Hakkari Yüksekova'da 'Pusulam Polis' projesi adlı bir uygulama başlatıldı.
Yüksekova İlçe Emniyet Müdürlüğü "Toplum Destekli Polislik Büro Amirliği" ekipleri, proje kapsamında evlerin kapısını bir bir çalıp tüm hane halkının parmak izlerini almaya başladı.
Hakkari Emniyet Müdürlüğü tarafından duyurulan bu projenin amacı "Vatandaşlarımız, çocuklarımız kaybolduğunda daha kolay bulabilmek için ve mağduriyetlerin giderilmesi için" olarak açıklandı.
Yine Hakkari Emniyet Müdürlüğü aynı proje kapsamında 'yapılan çalışma'nın fotoğraflarını yayımladı.
İlkokul çağında olanların yanı sıra çok daha küçük çocukların, engelli vatandaşların da yer aldığını ve 'sevgiyle' parmak izlerinin alındığını gösteren bu fotoğraflar şahsen kanımı dondurdu.
O karelere bakarken, belli ki meselenin parmak izlerinin nasıl alındığı yani zorla mı veya sevgiyle mi alındığı olmadığını, birileri en başından tane tane anlatmalı diye düşündüm. Çünkü gösterilen sevgi, yapılan ihlalin hiçbir şekilde üzerini örtmeye yetmeyecektir.
Çocuk haklarından, insan haklarından ve Türkiye'nin de tarafı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamında güvence altına alınan temel haklardan tekrar tekrar söz etmeye gerek var mı bilemiyorum…
Olası şüphe halinde dahi belli bir yaşın altındaki çocukların parmak izinin alınması uygulaması tartışmalıyken bu ne menem bir 'proje'dir böyle!
Kapı kapı gezip muhatap insanlar açısından gerekçesiz parmak izi toplamak, bırakın çocukları, yetişkinlerin de haksız bir uygulamayla olası bir 'fişlemenin' kurbanı olmalarını beraberinde getirir.
Ve lafları döndürüp dolaştırmayı sevmeyenler için aslında mesele gayet nettir… Bu topraklarda yaşayıp bu yeni 'proje' uygulamasından haberdar olanlar, geçmiş tecrübeler ve günümüz gerçekliğini de göz önünde bulundurarak 'iyi niyet'li bir sonuca varamaz, istese, kendisini bunun için zorlasa bile pozitif bir sonuca ulaşamaz.
Yani özetle... Parmak izi almanın en temel amacı, suç soruşturmalarında elde edilen parmak izlerinden kimlik tespitidir ve bizler, yani hâlâ soru soran, özgürlük ve eşitlik içinde daha insanca yaşamak için çabalayan azınlık, kayda alınan bu çocukların devlet tarafından geleceğin 'terör şüphelileri' yapılacağı ihtimalini nasıl düşünmeden geçebiliriz?
Hadi diyelim biz kötü niyetliyiz! Ama mesele insan hayatı, çocukların geleceği ve hakları olunca küçücük bir art niyet ihtimali dahi görmezden gelinemez. Hele ki olay Türkiye de geçiyorsa!
Buradan bakıp, böyle düşünüldüğü takdirde akla gelen bu fazlasıyla vahim tabloya itiraz etmeyenlerin Kürt siyasetine şekil vermeye, tanınan isimlerine akıl vermeye, yol göstermeye soyunmasını da nasıl adlandırmak gerekir bilemiyorum…
Bu sorular, özellikle de ülke gündeminde yaşanan acılara üstten bakanlar tarafından sorulmadıkça, "masumiyet karinesi Kürtler ve daha da vahimi çocukları için geçerli değil midir" diye sorgulanmadığı sürece, memlekette bırakın siyaseti, insanlık adına geleceğe dair olası umuttan söz etmek çok zor.
Şayet Kürt çocukları hâlâ 'doğuştan masum değiller' damgası yiyorsa, burada durup tartışılması gereken tek konu budur. Gerisi zaman kaybıdır, kişiler üzerinden yaşanan suni tartışmalardır.
Bakınız, çok klişe evet ama maalesef hâlâ gerçeği olanca çarpıcılığıyla ortaya koyan bir başka soru da şudur; misal İstanbul da, Ankara da, İzmir de böyle bir uygulama başlatılabilir mi?"
Şayet özellikle 'çocukların kaybolma ihtimali' üzerinden yürütülen bir çalışmaysa bu gerçekten, ülkenin en büyük nüfuslu bu üç kentini nasıl es geçebilirler, öyle değil mi? Bu kentlerde kaybolan olmuyor da sadece Hakkari ve benzeri bölgelerde mi kayıp sorunu yaşanıyor yoksa, sorusu da beter bir soru değil mi bu ülke açısından!
Peki bu üç büyük kentte, tıpkı Hakkari'de olduğu gibi önünüze gelen her evin kapısını çalıp hane halkının ve de çocuklarının parmak izini alabilir misiniz, diye sorulmadıktan sonra da başka hiçbir sorunun kıymeti kalmıyor…
Bunu yapabilirler mi gerçekten? Peki kamuoyuna düşen nedir, şüphesiz ve koşulsuz bu konuyu tartışmak, gündemde tutmak, tüm ülke halkına ve çocuklarına sahip çıkmaktır.
Anayasa'ya da aykırı olan bu uygulamanın içeriği, detayları ve ülkenin tamamında mı yoksa sadece 'belli bölgeler'de mi uygulandığına dair İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü acilen detaylı bir açıklama yapmalıdır! Buna mecburdur!
Tuğçe Tatari kimdir? Tuğçe Tatari, 1980 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Akademi Radyo Televizyon mezunu. Gazeteciliğe 2000 yılında Habertürk'te muhabir olarak başladı. 2004 yılında Vatan gazetesine geçti. Gazete, dergiler ve ekler olmak üzere, dört yıl muhabirlik yaptı. 2009 yılında Akşam gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Güncel konulara, sosyal hayata ve popüler kültüre dair eleştirel yazılar yazması için aldığı köşe yazarlığı teklifini kabul ettikten bir sene sonra siyasi yazılar yazmaya başladı. Akşam gazetesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TMSF'nin devlet adına el koymasının ardından, 2013 Haziran ayının sonunda Gezi Parkı olaylarına “mesafeli” durmadığı gerekçesiyle işten çıkartıldı. “Eski ana akım medyada yasaklı” konumuna gelen ve izleyen dönemde T24'te yazmaya başlayan Tuğçe Tatari'nin, Kürt sorununu ele aldığı ve halen “yasaklı yayınlar” arasında bulunan “Anneanne Ben Aslında Diyarbakır'da Değildim” adlı bir kitabı bulunuyor. |