Şiddete tanık olmanın, üstelik şiddete sistematik bir şekilde uzun süre tanık olmanın etkileri yapılan psikolojik çalışmalarla gayet net ortaya konulmuş; stres bozuklukları, aşırı kaygı, geleceğe dair umut kaybı, odaklanamama, uyku bozuklukları, değersizlik hissi, gündelik yaşam rutinlerine karşı isteksizlik ve daha sıralamaya devam edebileceğimiz birçok kötü hâl…
Bunlardan en az biri, en çok hepsi sizde de var biliyorum. Çünkü bizler, toplum olarak bir süredir şiddetin en yakın tanığıyız. Gözlerimizin önünde 'siyasi gerekçelerle' dövülenler, hapsedilenler, cezalandırılanlar bir yandan… Adli vahşetler diğer yandan…
İkisinin farklı yerden beslenmediği şüphesiz, hatta üzerine iddialı bir yorum yapalım; otoritenin baskısının, uyguladığı metot ve kullandığı dilin, ülkede oluşturduğu atmosferin, adli olayların vahşetinin de artmasına yol açmış olması pek muhtemel…
Bunun da mı suçlusu iktidar, diyecek olursanız cevabım hazır, modern dünyada her şeyi politika belirler ve politikaların belirlediği şeyler hayatımızdır!
Hiç haber takip etmeyen, sosyal medyası olmayan, inziva içinde yaşayan şanslı azınlıktan değilseniz, ki maalesef çoğumuz değiliz, yıllardır gözümüzün önünde yaşanan şiddete tanıklık etmekteyiz. Ve bunun etkilerini birinci dereceden yaşamlarımızda görmekteyiz. En basitinden hepimiz daha mutsuz ve daha umutsuzuz! Bu da yeteri kadar etkilendiğimizin göstergesi.
Bakınız 25 yıldır aktif bir gündem takipçisiyim. Keyifli bir sabah kahvesiyle başlayan gündem tarama alışkanlığım son 10 yıldır yas havasında devam ederken, okuduklarımdaki şiddetin dozu gündem takibini zihni bir işkence seansından farksız kıldı. Bu benim özelimde değil, hepimiz için geçerli biliyorum. O yüzen yazıyorum zaten.
Bakın daha haftanın ortasına yeni geldik ve gündemimize hızla girip çıkanlar çatışmalar, dehşet verici kanlı olaylar, kafa kesmeler filandı sadece.
Hemen sıralamak isterim…
İstanbul Ortaköy'de bir grup arkadaş gece kulübüne girmek isterken tartışma çıkıyor, korumalar da bu müşteri namzetlerini öldüresiye dövüyor.
Bu haberi okuyup "İstanbul'da gece hayatının geldiği hâli" düşünürken yine aynı barın kapısına gelen bir arabayla 'intikam taraması' yapıldığı düşüyor gündemimize…
Derken Bağcılar'da annesini öldürüp kestiği kafasını sokağa, komşuların üzerine atan adam haberiyle sarsılıyoruz. Görüntülere yasak gelmeden izlemiş oluyoruz o dehşet karelerini. Donup kalıyoruz. O sırada konuya dair bilgiler de biraz biraz ortaya çıkıyor. Katilin madde bağımlılığından söz ediliyor. Uyuşturuculara ucuz ve kolay erişim konusunun geleceğimizi karartabileceği, gerekli önlemlerin neden alınmadığı, adeta müsaade edilircesine bazı semtlerde sentetik uyuşturucuya ulaşımın kolaylığı konusuna öfkelenirken daha bu konu da yarım kalıyor ve Antep'te bir ihbar sonucu baskın yapılan evde arama yapılıyor. Evin buzdolabından 3 yaşında bir kız çocuğunun cesedi çıkıyor. İlk incelemede ölmeden önce çocuğun ağır şiddete maruz kaldığı tespit ediliyor.
Şiddet konusu çocuklar üzerinden yürüdüğünde aldığımız yara, yaşadığımız sarsıntı da çok büyük oluyor. Son yıllarda küçücük çocuklarla alakalı -özellikle cinsel istismar ve işkence örnekleriyle- büyük acılar yaşadık. Nefes almamızı güçleştiren bilgiler saçıldı ortalıklara. Üstelik bu sadece belli sosyo-ekonomik düzeyde de yaşanmıyor. Bakın yine bu hafta ünlü bir eski haber spikerinin kız çocuğuna şiddet uyguladığını öğrendik. Bunu hazmetmek, çocukların çektiklerini içselleştirmemek mümkün mü Allah aşkınıza?
Durun daha bitmedi…
İstanbul Büyükçekmece'de 20 yaşında bir otistik genç ailesi tarafından yerleştirildiği bakımevinde hemşire ve hasta bakıcıların sandalyeye bağlayarak işkence etmesi üzerine ölüyor.
Bakınız daha haftanın ortasındayız.
Ve her günü bu olayların fotoğrafları, videoları, acı içinde ağlayanları, vahşet çığlıkları atanları, kanı, şiddeti ve üzüntüsüyle kapatıyoruz.
Üzerine adeta yok olan hukuk düzenindeki cezasızlık kültürü de cilasını yapıyor. İşlenen suçların çoğu hak ettiği cezayı bulmuyor, vicdanlar iyice yaralanıyor.
Bunca yara, bunca karanlık arasında seçim tartışmaları, konuşmaları, aday itişmeleri sürüp gidiyor. Oysa yaşadığımız her şey, tüm karanlık, tamamen siyasi… Ama bu balçıktan sıyrılmaya yönelik güçte bir siyaset üretilmiyor, siyaset yapılmıyor.
Sonuç ortada… Sistem çürümüş, sistem çökmüş, nasıl düzeleceği belirsiz…Toplum çıkmazda, toplum kimsesiz, toplum çaresiz…Ülkenin nasıl toparlanacağı belirsiz!
Tuğçe Tatari kimdir? Tuğçe Tatari, 1980 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Akademi Radyo Televizyon mezunu. Gazeteciliğe 2000 yılında Habertürk'te muhabir olarak başladı. 2004 yılında Vatan gazetesine geçti. Gazete, dergiler ve ekler olmak üzere, dört yıl muhabirlik yaptı. 2009 yılında Akşam gazetesinde köşe yazarlığına başladı. Güncel konulara, sosyal hayata ve popüler kültüre dair eleştirel yazılar yazması için aldığı köşe yazarlığı teklifini kabul ettikten bir sene sonra siyasi yazılar yazmaya başladı. Akşam gazetesine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu TMSF'nin devlet adına el koymasının ardından, 2013 Haziran ayının sonunda Gezi Parkı olaylarına “mesafeli” durmadığı gerekçesiyle işten çıkartıldı. “Eski ana akım medyada yasaklı” konumuna gelen ve izleyen dönemde T24'te yazmaya başlayan Tuğçe Tatari'nin, Kürt sorununu ele aldığı ve halen “yasaklı yayınlar” arasında bulunan “Anneanne Ben Aslında Diyarbakır'da Değildim” adlı bir kitabı bulunuyor. |