Önceki kısmın özeti: Reik'ın aktardığına göre Freud, "Hayati konularda kararlarımız bilinçdışından gelmeli; böylesi kararlarda tabiatımızın derin içsel ihtiyaçları tarafından yönlendirilmeliyiz" demişti. Bu sözü kişisel gelişim alanının jargonunda yer alan "kendisi olmak, kendini yaşamak, kendini sevmek" gibi deyişlere yakın bulmuş, latife yollu Freud'un da bir kişisel gelişim gurusu olabileceğini söylemiştik.
İlk anda güzel ve kabul edilmesi kolay bir söz gibi dursa da aslında burada ne kastedildiğini anlamak pek kolay değil. "Tabiatımızın derin içsel ihtiyaçları" ne olabilir? "Tabiatımız" ne demektir? "Kendisi olmak", "kendisini bulmak" gibi kişisel gelişim sözlerindeki "kendi", bu "tabiat"la ilişkili midir?
Düşünmemize yardımcı olabilecek bazı bilgiler eşliğinde ilerleyelim. Freud peyderpey geliştirdiği ve 1923 tarihli Benlik ve Altbenlik'te ayrıntılı olarak açıkladığı yapısal kuramda ruhsal yapının üç parçalı modelini öne sürmüş ve bu bölümlere altbenlik, benlik ve üstbenlik (id, ego, süperego) adlarını vermişti[1]. Yapısal kuramı geliştirmeden önceki topografik kuramında ise önbilinç, bilinç ve bilinçdışı sistemlerinden söz etmekteydi. Tarihlere bakıldığında Freud'un yapısal kuramı hayli geç bir dönemde ortaya koyduğunu görüyoruz. Daha önceki çalışmalarını psikanaliz öncesi diye kabul ederek psikanaliz kuramının oluşturulma serüvenini 1895'ten itibaren (Histeri Üzerine Denemeler) başlatır ve üstadın ölüm tarihi olan 1939'a kadar arada 44 yıl olduğunu akılda tutarsak, Benlik ve Altbenlik öncesi dönemin 28 yıl, sonrasının 16 yıl olduğunu hesaplarız. İlk dönem ilkinin yaklaşık iki katıdır ve ayrıca hayatının sonlarına doğru Freud'un üretkenliğinde bir miktar azalma da olduğu için Toplu Eserlerin Benlik ve Altbenlik'ten sonraki bölümü bütünün ancak beşte biridir. Bununla birlikte Benlik ve Altbenlik'ten önce de Freud'un zihninde üstbenlik kavramının bir tasarımının olduğu kesindir. Örneğin 1914 tarihli Yas ve Melankoli'de üstbenlik özel bir terim olarak hiç kullanılmamış ama gayet yeterli biçimde tarif edilmiştir. Benzer şekilde eğer Freud'un zihninde üstbenlik kavramı oluşmuş olmasaydı herhalde Grup Psikolojisi ve Benliğin Çözümlenmesi kitabının yazılması mümkün olmazdı.
Bu iki kuramın (yapısal ve topografik kuramların) birbiriyle ilişkisinin nasıl olması gerektiği psikanalistler arasında biraz ihtilaflı bir konu halinde kalmıştır. Bazı analistler daha yeni ve kapsayıcı olduğu için yapısal kuramın nihai ve geçerli kuram olduğunu, sayıca daha az olan başka bazılarıysa eski kuramın temel alınması gerektiğini düşündüler. Bazıları bilinçdışı sözcüğünün yalnızca bir sıfat olarak kullanılması gerektiğini, isim olarak kullanılmasının yanlış olacağını söylediler.[2] Birçokları da bu ikisinin yan yana kalmasında bir sakınca olmadığını, bunların birbirini dışlayan değil birbirini tamamlayan kuramlar olarak görülebileceğini öne sürdüler[3].
Bu iki kuramı birlikte düşündüğümüzde yapısal modelin öğelerinden altbenliğin tümüyle, benlik ve üstbenliğin de büyük bölümüyle bilinçdışında yer aldığını söyleyebiliriz. Bu da demektir ki (buzdağı benzetmesiyle zihinde canlandırılabilecek biçimde) yüzeydeki küçük bilinçli parçanın dışında ruhsal aygıtın büyük bölümü bilinçdışı niteliktedir. Freud'a göre doğumda ruhsal aygıt yalnızca altbenlikten ibarettir. Altbenliğin dış dünyayla algılar yoluyla ilişki kuran bir bölümü farklılaşarak benliği oluşturur. Daha sonra benliğin bir bölümü de benlikten farklılaşacak, kendini benliğin üstünde gibi konumlandırarak üstbenliği oluşturacaktır.
Freud Benlik ve Altbenlik'te yapısal öğeleri ve birbirleriyle ilişkilerini farazi olarak tarif etmiştir. Ancak bunların anlatım için kullanılmak dışında ruhsal aygıtı tam olarak tasvir etmediklerini, ruhsal aygıtın belirli bir şeklinin ya da yerinin olmadığını hatırlamalıyız. Freud'un farazi şemasında benliğin dış dünyayla ilişki kuran parçası algı sistemine ve bilinçliliğe yakınken diğer bölümü altbenliğin içine gömülüdür. "Bastırılmış olan", benlikle alışverişi kesilmiş bir biçimde yer alır. Bu nedenle bastırılmış olan, benlikle ancak altbenlik aracılığıyla ilişki kurabilir. İlginç olarak üstbenlik, yani insanın "yüksek" yanını temsil eden ruhsal aygıt bölümü de büyük bölümüyle bilinçdışıdır. Vicdan üstbenliğin bilince yakın bölümüyle ilişkili olarak düşünülebilir. Daha derinde üstbenlik yargılayıcı, yasaklayıcı ve buyurgan karakteriyle birçok nevrotik belirtiye yol açan içsel çatışmaların asli faili haline gelir. Üstbenlik ayrıca benlik idealinin korunması işlevini de üstlenir.
Yaşamın başlarında tümüyle altbenlikten ibaret olan[4] ruhsal aygıt içinde bir çatışma yoktur. Bu dönemde ahlaki meseleler gündemde değildir ve doyum arayan itkilere karşı içsel bir ketlenme gözlenmez. Bebeğin ve küçük çocuğun kendisini gözlemleme yetisi de, "kendisi olmak", "kendini bulmak", "kendisiyle barışmak" gibi ihtiyaçları da yoktur. Ama gelişimi sırasında çocuk önce başkaları (bakım veren büyükler) tarafından gözlendiğini anlar ve ardından da kendini gözlemleyebilme yetisini kazanır. Benlik, daha doğrusu benlikten farklılaşarak üstbenlik oluşumu haline gelen ruhsal aygıt bölümü, kendisini gözlediğinde kendisine diğer nesnelere (kişilere) davrandığı gibi davranabilir ve kendisine karşı eleştirel olabilir.
Altbenlik ruhsal aygıtın enerjisini sağlayan yapıdır. Benlik ve üstbenliğin kendi ruhsal enerjileri olmadığı için ikisi de altbenliğin enerjisini kullanmak durumundadırlar. Dürtüsel enerjiyle dolu olan altbenliğin yapısı örgütlü değildir ve bir örgütlenme eğilimi de yoktur. Altbenlik haz ilkesine tabi olarak dürtülerin doyumunu sağlamaya çalışır. Düşüncenin mantıksal yasaları altbenlik için geçerli değildir. Birbirine karşıt yöndeki istekler altbenlikte yan yana ve güçlerinden bir şey kaybetmeksizin bulunabilirler. Altbenliğin ötesine hiç geçememiş arzulu itkiler de, bastırmayla altbenliğin içine gömülmüş izlenimler de zamandışıdır. Altbenlikte zaman kavramı, zamanın geçmesi diye bir şey yoktur[5].
Benlik yalnızca dış dünyadan gelen algıları değil içsel uyaranları da toplar ve işler. Dış dünyayı altbenlik nezdinde temsil eder. Bu altbenlik için talihli bir durumdur, çünkü altbenlik dürtüleri doyurma yolundaki çabası sırasında dış dünyanın gücünü yok sayma eğilimindedir. Benlik algılama, hatırlama ve gerçekliği sınama gibi işlevleri sayesinde dış dünyanın doğru bir resmini çizebilir. Ayrıca hareketliliği denetler; istek ve ihtiyaçla eylem arasına düşünceyi, uslamlamayı koyarak eylemi uygun zaman ve zemini gözetmek üzere erteler. Böylelikle altbenliğin işlevsellik tarzı olan haz ilkesinin yerine daha kesin ve daha başarılı olabilecek olan gerçeklik ilkesini geçirir. Benlik altbenlikten farklı olarak kendindeki içeriği bütünleştirme, bağlama ve birleştirme eğilimindedir.
Dinamik bakış açısından benlik, enerjisini altbenlikten ödünç aldığı için zayıftır. Freud'un benzetmelerinden birinde altbenlikle benliğin ilişkisi atla binicinin ilişkisiyle kıyaslanır. Hareket gücünü at sağlar fakat binici karar verme ayrıcalığına sahiptir. Ama bazen güçlü hayvan binicinin yönlendirmelerine boyun eğmekte isteksiz olabilir ve o zaman binici en azından bir süre boyunca onun gitmek istediği yol boyunca gitmeye mecbur kalabilir.
Bir başka benzetmede Freud benliği üç efendisi olan bir köleye benzetir. Bu efendiler dış gerçeklik, altbenlik ve üstbenliktir. Bu üç acımasız efendinin isteklerini aynı anda yerine getirmeye çalışan zavallı benlik için başarısızlık alışılmadık bir durum değildir. Altbenlik tarafından zorlanan, üstbenlik tarafından sıkıştırılan ve dış gerçeklik tarafından reddedilen benlik başarısızlık durumlarına kaygı (anksiyete) üreterek yanıt verir. Dış dünyanın taleplerini karşılamakta yetersiz kaldığında gerçekçi kaygıyla yanıt verir. Üstbenliğin katı ve acımasız taleplerinin altında ezildiğinde ahlaki kaygı üretir, altbenliğin tutkulu taleplerinin baskısı altındaysa nevrotik kaygı ortaya çıkar.
Kişiliğin benlik, altbenlik ve üstbenlikten müteşekkil üç parçalı bir yapı olduğunu söylerken bu parçaların kesin sınırlarla birbirinden ayrılmadığını, sınırların birbiri içinde eridiğini ve birbirine karıştığını da belirtmeliyiz. Bu kısmen şematik ayrımlar ruhsal aygıtın yapısını anlamak yolunda yararlı olsa da her bireyin kendine özgü farklılıklar sergileyebileceğini, bireyin gelişiminin seyri boyunca ve ruhsal hastalık durumlarında büyük değişimlerin söz konusu olabileceğini akılda tutmak gerekir.
Freud bunların dışında belirli mistik uygulamaların da ruhsal aygıtın değişik parçaları arasındaki ilişkileri alt üst edebileceğini belirtir. Dinsel ritüellerden meditasyon pratiklerine, psikotrop maddeler kullanılarak oluşturulan zihinsel durumlardan hipnoza kadar birçok durumda algının sınırları ve ruhsal aygıtın parçaları arasındaki dinamik ilişki büyük değişiklikler sergileyebilir. Bu durumlarda algı, benliğin ve altbenliğin (başka türlü ulaşılması mümkün olmayan) derinliklerindeki oluşumları yakalayabilir. Şöyle bağlar Freud:
Bununla birlikte bu yolun bizi kurtuluşa götürecek nihai gerçeğe vardıracağından şüphe edilebilir. Yine de psikanalizin tedavi gayretlerinin benzer bir yaklaşım çizgisini seçmiş olduğu kabul edilebilir. Psikanalizin niyeti benliği güçlendirmek ve onu üstbenlikten daha bağımsız kılmak, benliğin algı alanını ve örgütlenmesini genişleterek altbenliğin yeni bölümlerini kendine mâl etmektir. Nerede altbenlik varsa orada benlik de olacaktır.
Freud'un bu son cümlesi hayli meşhurdur ve bir aforizma niteliği de kazanmıştır. Ben de güzel bir söz olduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte psikanaliz mesleğinden öğrendiğim bir şey var. Bu soyut ve kuramsal bir düşünce olmaktan çok kendi analitik pratiğimden zorunlu olarak çıktığını düşündüğüm bir vargıdır. Esasen yukarıdaki paragrafta Freud'un söyledikleri arasında var, ama vurguyu başka yere kaydırıyor. Aşağıda ifade edeceğim bu sözü yazmadan önce gerekçelendirmek için birkaç şey söyleyeceğim. Freud'un psikanaliz serüveni önce dürtüleri ve bilinçdışını incelemekle başlamıştı. Üstat, bin dokuz yüz ondan sonra özellikle narsisizm hakkındaki makalesiyle benlik ve işlevlerini daha fazla ele aldı. Üstbenlikle ilgili yoğunlaşmanın da Grup Psikolojisi'nden sonra ortaya çıktığı düşünülebilir. Psikanalitik gözlemin ve buna dayalı kuramsal yapının bu sırayı izlemesi aynı zamanda psikanalize alınan hastaların klinik özellikleriyle de ilgilidir. Başlangıçta "güncel", histerik ve obsesyonel nevrozlar ağırlıklı konulardı. Sonraları özellikle Ketlenmeler, Belirtiler ve Kaygı'da en net biçimde ortaya konduğu üzere yine klinik malzemeye bağlı olarak üstbenliğin yapısı ve işlevinin daha iyi anlaşılmasına doğru yol alındı. Bugün yüz yıllık psikanaliz serüveninin bu evresinde şu sözün diğerinin yanında yerini almasının gerekli olduğuna inanıyorum: Nerede üstbenlik varsa orada benlik de olacaktır.
Günümüz toplumunda bireylerin çoğu temel bir ikilemin içindedirler. Hedeflerinin ve isteklerinin peşinden koştuklarında utanç ve suçluluk duygularıyla boğuşmak durumunda kalırlar. İmkânsız diye bir şey olmadığına, isterlerse her şeyi yapabileceklerine, arzularının dünyanın kenara çekilmesine yeteceğine dair bir dolu cesaretlendirici söz duyarlar, ama aynı zamanda bu yoldaki davranışları sıklıkla fazla hırslı ya da bencilce bulunarak kınanır. Kişi bu doğrultuda yol almaya kalkıştığında eleştirel sesler yükselir ve bu sesler ancak kişi geri adım attığında yatışır. İkilemin öbür tarafında kişi amaçlarından ve tatmin arayışından vazgeçerse içinde varoluşsal bir suçluluğun baş göstermesi yer alır. Bu durumda da kişi yapabileceklerinden, yaşayabileceklerinden feragat ederek kendisine ihanet etmiş gibi hisseder. Konumuzun diliyle söylersek kişi kendisini nerede bulacağını bilemez.
Geriye, buraya kadar söylediklerimden zaten çıkarılabilecek olan fikri daha açık olarak yazmak kalıyor. Kişi kendisini ruhsal aygıtın şu ya da bu parçasında değil, bu parçaların birbirleriyle "dinamik" ve değişken ilişkisinde bulabilir. Yani bir yerlerde bulabileceğimiz sabit bir "kendimiz" yoktur. "Kendimiz" her an oluş halinde olan ve ruhsal yapının öğelerinin izin verdiği sınırlar içinde sürekli dönüşen, hareketli ve değişken bir görüngüdür. O yüzden kişinin "kendini araması, kendini bulması, kendini yaşaması, kendini ertelemekten vazgeçmesi" gibi bir dolu ifadenin varsaydığı bir "kendilik özü" yoktur. Her an istesek de istemesek de kendimiz oluruz. Kendimizden kaçamayız. Horatius, "Ve keder atının terkisine binip gelir" derken, Kavafis "Yeni bir ülke, başka bir deniz bulamazsın, bu şehir arkandan gelecektir" diye yazarken kişinin kendisiyle ilişkisini beliğ bir şekilde söylemişlerdi.[6]
Benliğin üç efendiye birden hizmet etmek durumunda olduğunu söylemiştik. Bir yandan dürtüsel doyum arayan altbenliğin baskısıyla karşı karşıyadır ve onun karşısında gerçekliğin ve dış dünyanın bir temsilcisi gibi konumlanarak bu doyumu gerçekleştirmek, ertelemek, değişikliğe uğratmak ya da tümüyle engellemek yollarından birini tutar. Aynı zamanda üstbenliğin yargılayıcı ve eleştirel tutumuyla baş etmek, vicdanın sesini dinlemek ve ideal olarak kendisinden bekleneni yerine getirmek zorundadır. Üstbenliğin baskısının ürettiği ahlaki kaygıyla başa çıkabilmek için bazı doyumlardan vazgeçmeli, yerlerine üstbenliğin kabul edebileceği ve böylelikle onun baskısından kurtularak "iç huzuru" bulabileceği (manevi) doyumlar koymalıdır. Ayrıca dış dünyanın önüne serdiği her türden talep ve zorunluluklara da cevap verebilmelidir.
Kişisel gelişimin "kendi"si bazen kişiyi dış dünyanın zorunluluklarına karşı koymaya çağırır. Kişiye dayatılan normlara, ezber tercihlere itiraz etmeyi salık verir. Kimi zamansa kişiyi hırs ve sahip olma arzusundan feragat ederek huzur bulmaya yönlendiren maneviyat ağırlıklı söylemlere sahiptir. Bazen başarıyı, etkin oluşu ve daha fazla doyumu öne çıkarır; bazen de istediklerine sahip olmaktan ziyade sahip olduklarını istemeyi ve şükretmeyi önerir.
Bence kişisel gelişim yazınının sorunu kişisel olmamasıdır. Kişisel gelişim ürünlerinin çağrısı ve yönlendirmesi her birimizin biricikliğinin bir inkârına dayalıdır. Kişisel gelişim ürünleri genelde o ürünü ortaya koyan kişilerin "kendilerine" uygun, "kendileri" için doğru ve "kendilerinin" içinden doğmuş, "kendileri" için kişisel nitelikte bilgi ve deneyimleri içerir. Bu demek değildir ki başka insanlar bunları ilgi çekici bulamaz ve bunlardan yararlanamaz. Bunların içinde birçok ilham verici, ufuk açıcı, zenginleştirici öğeler bulunabilir. Ama sonuçta kişinin başkasının bilgisi, tecrübesi, yönlendirmesi ve tavsiyesiyle kendisi olabileceğini düşünmek tuhaf bir paradokstur olsa olsa.
Benim anladığım şekliyle psikanaliz, insanlığın kadim öğretilerinde hep var olagelmiş "kendini bil", "kendini tanı" öğüdünün hakkını en ziyadesiyle verebilecek yollardan birisidir. Bunu insanın derununda gizli bir kendilik halini bulup keşfetmeye çalışarak değil, daha insan olabilmek için sadece kendine yönelmenin yeterli olmadığını, bizi biz yapanın gerçek ve hayali ilişkilerimiz olduğunu kabul ederek yapar. Analiz kişinin kendini bilmeye doğru ama bir başkasıyla ilişki içinde yaptığı bir yolculuktur. İnsanın kendisi kendisinden ibaret değildir, gerek dış gerçeklikte gerekse iç dünyamızda kendimiz dediğimiz şeyin içinde nice ötekiler vardır. Kendini tanımak, kendini kabul etmek ya da kendini sevmek gibi ifadeleri bir de bu bağlamda düşünmek gerekir. "Kendimiz" ne keşfedilmeyi beklediği yerde sabit duran bir özdür ne de içinden ötekileri çıkartıp saflaştırılarak elde edilecek bir mahsul.
Kaynakça
Freud, S (1914). On Narcissism: An introduction. SE 14, Hogarth Press, Londra.
Freud, S (1915). Mourning and Melancholia. SE 14, Hogarth Press, Londra.
Freud, S. (1915e). The Unconscious. SE, 14. Hogarth Press, Londra.
Freud, S (1917) Introductory Lectures on Psycho-Analysis. SE 16, Hogarth Press, Londra.
Freud, S (1921). Group Psychology and the Analysis of the Ego. SE 18. Hogarth Press, Londra.
Freud, S (1923). The Id and the Ego. SE 19, Hogarth Press, Londra.
Freud, S (1926). Inhibitions, Symptoms and Anxiety. SE 20, Hogarth Press, Londra.
Freud, S (1933) New Introductory Lectures on Psycho-Analysis SE 22, Hogarth Press, Londra.
[1] Terminoloji konusu biraz karışık. Türkçede ego terimi, çevrilmeksizin de kullanılıyor, ancak son yıllarda sözcük gündelik dilde başka bir anlam daha kazandı. (Egonun kibir anlamına yakın bu kullanımıyla ilgili olarak şu yazıma bakılabilir: https://t24.com.tr/yazarlar/turkay-demir/kibr-i-kebir-kibarca-kabre-ilerleyelim-bosluk-kalmasin,17572 ) Ego terimi ayrıca sıklıkla "ben" olarak da çevrildi ve kullanıldı. Psikanaliz dernekleriyse ego, süperego ve id için sırasıyla benlik, üstbenlik, altbenlik karşılıklarını kullanmayı yeğliyor.
[2] Freud, yapısal modelden sonra bilinçdışı terimini sistematik anlamda kullanmayı bırakmaktan yana olduğunu söyler.
[3] Freud bilincin benlik ile ve bilinçdışının altbenlik ile eşleştirilmesinin uygun olmadığını öne sürer. Bundan dolayı (benliğin ve üstbenliğin de bilinçdışı bölümleri olmasından dolayı) benliğe yabancı olan zihinsel alanın bilinçdışı olarak adlandırılması yerinde değildir.
[4] Klein gibi bazı kuramcılar yaşamın başlangıcından itibaren benlik işlevlerinin kısmen mevcut olduğunu öne sürerler. Ancak buradaki konumuz bakımından bu farklılıklara değinmek gerekmez. Konuya ilgili duyanlar ayrıntıların tartışıldığı şu yazıma bakabilirler: Demir T (2017) Bir Olmak ve Ayrılmak: Göründüğünden de karmaşık bir konu. Ayrılık (Der: Arduman D) içinde, sy 11-24. Bilgi Üniversitesi Yayınları. İstanbul.
[5] Felsefi yanı da olan bu ilginç konuyu merak edenler Freud'un zaman ve zamandışılık hakkındaki görüşlerinin ayrıntılı biçimde ele alındığı şu kitaba bakabilirler: Noel-Smith K (2016) Freud on Time and Timelessness. Palgrave Macmillan. London.)
[6] Freud edebiyatın psikanalizi öncelediğini birçok kez söylemiştir. Buna tümüyle katılıyorum ve edebiyatın insan ruhsallığını tanımada büyük yeri olduğuna inanıyorum. Edebiyat elbette psikanalizin yerini doldurmaz ve gerekliliğini azaltmaz, ama onun yolunu açar ve edebiyatçı kendine özgü diliyle ne söylediğini tam olarak bilmeden bile "içinden geleni" yazarak bir ruhsallık bilgisi iletebilir. Kendimden bir örnek verebilirim. Yirmi yıl önce "İnsanın Yazgısı Kendisidir" adında bir öykü yazmıştım ve burada söylediklerimi başka bir biçimde, belki de daha kolay anlaşılır bir biçimde ifade etmiştim. (Bkz: Demir T (2004) Aşk ve Öbür Duygular. Okuyanus Yayınları. İstanbul.)