Pazar gecesi, sinemaseverleri ekrana kilitleyecek bir ödül töreni var: 90. Akademi Ödülleri, ya da yaygın adıyla Oscar töreni. Tüm dünyada sonuçları merakla beklenen Oscar Ödülleri, aslında Amerikan sinema endüstrisinin küresel etkinliğini pekiştirmeye yönelik bir tanıtım operasyonundan başka bir şey değil. Adayların belirlenme sürecinden başlayarak, ödüllerin açıklandığı gecenin ertesine uzanan bir operasyon bu.
Amerikan sinemasının bir yıl içinde ürettiği belli başlı filmlerin ticari şansını artırmayı, gösterime girmiş filmlere ikinci bir gösterim şansı yaratmayı ve deniz aşırı ülkelerde bu filmlerin ‘pazar payı’nı geliştirmeyi hedefleyen bu operasyonda, sanatsal nitelikleriyle öne çıkan bağımsız yapımlarla, büyük stüdyoların büyük bütçeli yapımları yan yana yer alırlar. Birbirinden farklı hedef kitleler ihmal edilmeden, medyanın tüm olanakları seferber edilerek yaygın ve etkin bir kampanya oluşturulur.
Bizim de bu oyuna dahil olmamızın nedeni ise, yılın önde gelen Amerikan yapımlarını topluca izleyip, değerlendirme şansı yaratması… Tabii, Oscar ödülleri arasında bir de ‘Yabancı Film’ dalında verilen ödül var. Her ülkenin resmi sinema kurumlarından -eğer bizde olduğu gibi böyle bir kurum yoksa Kültür Bakanlıkları’ndan- birer aday talep edilerek, geniş liste oluşturuluyor. Ardından Akademi üyeleri arasından oluşturulan bir komisyon, bu listeyi önce dokuza, sonra beşe indirgiyor. Elbette, bu beş filmden, dünya sinemasının yeterli bir resmini çıkartmak mümkün değil. Unutmadan ekleyelim, Büyük Britanya, Avustralya gibi İngilizce konuşan ülkelerin filmleri ana dallarda yarışabiliyor; Yabancı Film Oscar’ı içinse, dili İngilizce olmayan ülke sinemaları yarışıyor.
Sinema sektörünün hemen her dalında (24 dalda) verilen Oscar’lar için her kategoride beşer aday belirleniyor. Bu seçimi, sektörün o daldaki üyeleri yapıyor. Yani, görüntü yönetimi dalı için ön seçimi yalnızca görüntü yönetmenleri yapıyor, ama ikinci turda tüm kategorilerde ABD Sinematografik Sanatlar ve Bilimler Akademisi’nin tüm üyeleri oylamaya katılıyor.
Her dalda beşer aday belirlenirken, En İyi Film dalında liste biraz daha geniş tutularak, dokuz aday saptanıyor. Bu yılın dokuz filmi arasında bir başyapıt yok, ama iyi diyebileceğimiz filmlerin sayısı epeyce fazla. 90. Oscar’larda, tüm eleştirmenlerce favori gösterilen ve Oscar öncesi çeşitli ödüllendirmelerde (Yönetmen, senarist, sinema yazarı örgütlerinin seçimlerinde ve Yabancı Basın Birliği’nin verdiği ‘Altın Küre’lerde) öne çıkan iki film, benin de favorilerim.
Bunlardan biri, Martin Mc Donaugh’un “Üç Billboard, Ebbing Çıkışı-Missouri / Three Billboards, Outside Ebbing, Missouri”, diğeri ise Guillermo del Toro’nun “Suyun Sesi / The Shape of Water” adlı filmleri. İkisi de, yaratıcı bir yönetmenin elinden çıktığını belli eden bir estetik bütünlük ve anlatım ustalığı içeriyor. Bu yüzden, En İyi Film ve En İyi Yönetmen Oscar’larının bu iki film arasında paylaşılacağını düşünüyorum. Ama, bu kadarla kalmayacaklar elbette. “Üç Billboard”un yedi, “Suyun Sesi”nin on üç dalda adaylığı var.
Bu iki filmle, Yabancı film Oscar’ı için yarışan bazı filmlerin ortak bir tema etrafında dolaştıkları söylenebilir. Günümüzde, insanlığın en temel sorunu olan güvensizlik, öfke, korku, şiddet sarmalı…
“Suyun Sesi”, günümüzün gözde temalarından biri olan ‘öteki’ korkusu ve bu korkunun yol açtığı şiddeti işlerken, bu korkuyu yenmenin anahtarını gösteriyor: sevgi…“E.T.”yi anımsarsanız, pek de özgün bir içerik değil, ama Del Toro’nun duygusallığı ve mizahı ustaca harmanlayan biçemini görmezlikten gelmek hiçbir jürinin harcı değil. Akademi üyelerinin, geniş kitlelerin de sevebileceği bu filmi mi, yoksa katılımcı bir izleyici hedefleyen “Üç Billboard”u mu yeğleyeceklerini bilebilmek kolay değil.
Tahminim, oylarını çoğunlukla İngiliz Akademisi’nce de (BAFTA) En İyi Film seçilen “Üç Billboard”dan yana kullanacakları yönünde. Mc Donaugh’un En İyi Senaryo ödülünü de başkasına kaptırmayacağını düşünüyorum. Klasik şemalara yüz vermeyen, izleyiciyi şaşırtmaktan vazgeçmeyen, ustaca kurgulanmış senaryosu nedeniyle. Yönetmenin, “In your face / Suratına” akımına olan tutkusunun somut bir örneği, dört dörtlük bir kara mizah çalışması “Üç Billboard”… “Suyun Sesi”nin ise En İyi Yönetmen dalının yanı sıra, Müzik, Görüntü Yönetimi, Yapım Tasarımı, Ses Tasarımı gibi dallarda ödül şansı olduğunu düşünüyorum.
Sözün burasında, Anglosakson yapımlara ara verip, En İyi Yabancı Film dalının en güçlü adayına yönelmekte yarar var. Çünkü, son Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazanan, ardından Avrupa Film Ödülleri’nde En İyi Film seçilen İsveçli yönetmen Ruben Östlund’un “Kare / The Square”i de, sözünü ettiğim iki filmle, tematik bir ortaklık içeriyor.
“Kare”de, günümüz Batı toplumlarının görünürde güvenceli yaşamlarının aslında ne denli kırılgan olduğunu; bu toplumun bireylerinin kendilerine benzemeyenlere, ‘öteki’lere karşı ‘empati’ hissettiklerini sanmalarına karşın, aslında onlara korku ve tedirginlikle yaklaştıklarını ve bu korkunun sonucunun şiddet ve kaos olduğunu gösteriyor. Östlund, filmin kahramanı ‘küratör’ü, mesleki yaşamından aile ilişkilerine, her yönüyle ameliyat masasına yatırırken, ‘çağdaş sanat’ efsanesinden, bağımsız kadın imajına günümüz toplumunun pek çok sembolünü keskin bir kara mizah duygusuyla ele alıyor ve yaşadığımız hayatların ne denli güvencesiz olduğunu, kapitalist toplumun insani değerleri hiçe sayan meydan okuması karşısındaki çaresizliğimizi, iki yüzlülüğümüzü gözler önüne seriyor.
Akademi üyeleri, bu kompleks yapıyı irdeleyebilecekler mi bilemem. Yabancı Film adayları arasında, ele aldıkları temalara daha duygusal yaklaşan filmlerden birine, örneğin yılın en iyi filmlerinden biri olan Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev’in “Sevgisiz / Loveless”ine ya da Şilili yönetmen Sebastian Lelio’nun “Mükemmel Bir Kadın / A Fantastic Woman”ına yönelmeleri olasıdır.
“Mükemmel Bir Kadın”, trans bir bireyin toplum tarafından ötekileştirilmesini anlatırken, Ziyad Duveyri’nin “Hakaret / The Insult”ı Lübnan’da Hristiyan ve Müslüman toplumlar arasındaki korku-öfke-şiddet sarmalını ve ‘öteki’ne karşı empati yoksunluğunu konu alıyor. Demek ki, arada okyanuslar da olsa, aynı korkularla, aynı şiddet sarmalında yaşıyoruz. Dünyanın dört bir yanındaki sinemacıların dikkati de bu sorunsal üstüne odaklanıyor.
En İyi Film dalında Akademi üyelerinin önüne gelecek iki İngiliz-ABD ortak yapımı neredeyse birbirini tamamlar nitelikte. Christopher Nolan’ın “Dunkirk”i, 2. Dünya Savaşı’nda Dunkirk’de sıkışıp kalan İngiliz donanmasına bağlı askerlerin tahliyesini anlatırken, Joe Wright’ın “En Karanlık Saat / The Darkest Hour”u bu sürecin arka planına, Winston Churchill’in mecliste ve kendi partisindeki muhalefete karşın kafasındaki projeyi hayata geçirme kararlılığına odaklanıyor.
İki filmin de, Oscar’lardan eli boş dönmeyeceğini söyleyebilirim. Yarışa 8 adaylıkla giren “Dunkirk”in yönetmeni Nolan’ın Yönetmenlik dalının yanısıra, Görüntü Yönetimi, Müzik, Kurgu, Yapım Tasarımı, Ses kurgusu, Ses miksajı dallarında iddialı olduğunu, bu ödüllerden birkaçını almasının sürpriz olmayacağını söyleyelim. Bir de şu notu düşelim: “Dunkirk”, tüm adaylar içinde şu ana dek en fazla izleyici-ve doğal olarak hasılat- getiren film olmuş.
“En Karanlık Saat”teki Churchill yorumuyla Gary Oldman’ın En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını kazanacağını, filmin aynı zamanda En İyi Makyaj Ödülünü alacağını tahmin etmek zor değil. Oldman’a rakip olabilecek tek oyuncu ise “Roman J. Israel Esq.”deki rolüyle Denzel Washington.
Kadın Oyuncu dalındaki Oscar’ın en güçlü adayı ise, “Üç Billboard”daki rolü ile Frances McDormand hiç kuşkusuz. Oyuncunun, “Fargo” ile aldığı Oscar’dan sonra, ikinci kez ödülü alması bekleniyor. Diğer şanslı adaylar ise, “Suyun Sesi”ndeki başarılı yorumu ile Sally Hawkins ve “Lady Bird”in genç oyuncusu Saoirse Ronan.
Meryl Streep’in “The Post”daki yorumu ve “Ben, Tonya”da Margot Robbie’nin performansı da övgüye değer, ama McDormand, Hawkins ya da Ronan kadar şanslı olduklarını sanmıyorum.
“Ben, Tonya / I, Tonya”daki anne rolüyle Allison Janney, Yardımcı Kadın Oyuncu dalında ödüle en yakın duran oyuncu. Yardımcı Erkek Oyuncu dalında ise, en şanslı adaylar “Billboard”da oyunculuk yaşamlarının en güçlü yorumlarını sunan Sam Rockwell, Woody Harrelson ve “Florida Project”deki rolü ile Willem Dafoe.
Sinemamızın en zayıf yanının senaryo olduğunu yazıp dururuz. Anglosakson sinemalar, bu alana verdikleri önemi ortaya çıkardıkları yapıtlarda kanıtlıyorlar. Bu yılın Özgün Senaryo dalındaki adayları arasında, tercihimin “Üç Billboard” olduğunu söylemiştim. “Suyun Sesi”nin senaryosu da son derece sağlam bir senaryo, güçlü dramatik yapısı, etkili diyalogları ile. “Kapan / Get Out” da, gerilim türü ile ırkçılık temasını buluşturan yapısıyla bu dalın güçlü adayları arasında.
Bir genç kızın yaşama tutunma mücadelesini ve ailesi ile ilişkisini anlatan “Lady Bird”, klasik yapısıyla ödüle çok yakın durmasa da, sağlam bir senaryoya sahip. Uyarlama Senaryo dalında, çizgi roman (X-Men) uyarlaması “Logan”, biyografik romanlardan uyarlanmış “Molly’s Game”, “The Disaster Artist” gibi yapımlar da işçilik açısından kayda değer ama kanımca en başarılı Uyarlama Senaryo, 2.Dünya Savaşını izleyen günlerde, Güney’in ırkçı atmosferini ve sınıf ilişkilerini konu alan Hilary Jordan’ın romanından uyarlanmış “Savaştan Sonra / Mudbound”.
“Mudbound” Özgün Şarkı dalında da “Mighty River”la güçlü bir aday kanımca. Rakipleri ise, “Beni Adınla Çağır / Call Me by Your Name” dan “Mystery of Love” ve canlandırma filmi “Coco”nun şarkısı “Remember Me”. ”Coco”nun Canlandırma /Animasyon dalında favorim olduğunu eklemeden geçmeyeyim. “Loving Vincent”ı da çok sevmeme karşın… En İyi Belgesel’de ise “Yüzler, Mekanlar / Faces, Places” en güçlü aday olarak görünüyor. Bakalım Pazartesi sabahı nasıl bir ödül tablosu çıkacak karşımıza…
Geçen yılki Oscar’lara ilişkin başlıca eleştiri konusu, törenin fazlaca ‘beyaz ve erkek’ olmasıydı. Sunucuların seçiminde bu rahatsızlığı aşmak için çaba gösterileceği anlaşılıyor. Şili filminin trans oyuncusu Daniela Vega’nın sunum yapan sanatçılardan biri olacağı şimdiden açıklandı. Siyah oyunculardan da sahneye çağrılacaklar olacaktır hiç kuşkusuz. Bu yılın-özellikle yardımcı- oyuncu adayları arasında siyah sanatçıların sayısının epeyce fazla olduğu düşünüldüğünde, ödül listesinin geçen yılki kadar ‘beyaz’ olmayacağı söylenebilir rahatlıkla.