Bundan üç yıl önce yaptığım geniş bir Balkan gezisinin henüz ikinci şehrinde sabah kahvaltısının hemen ardından, Belgrad’a trenle saat kaçta gidebileceğimi öğrenmek için konuştuğum resepsiyon görevlisinin üstün mahareti sayesinde tanışmıştım Dubrovnik’le.
Hiç hesapta yokken bir öğle vakti Zagrep Havaalanı'ndaydım.
Ortalıkta, aceleci tavırları ve tanıdık bir simayı (Prof. Dr. Tamer Müftüoğlu) çok andırıyor olması nedeniyle dikkatimi çeken kısa boylu bir adamcağız dolaşıyor; biletindeki “business–class” koltuk numarasını göstererek beklediği kapının doğru olup olmadığını merak ediyordu...
Ona; doğru kapıda beklediğini, biletinde kapı numarası yerine koltuk numarasına baktığını ve dilerse biletini benim ekomomi sınıfı biletimle değiştirmeye hazır olduğumu söylemiştim.
Gülüşmüştük...
Halil hocadan (İnalcık) okuduğumu hatırlıyorum: 1490’larda İspanya’da engizisyondan kaçan bir gurup Yahudi, o zamanlar tekstil işinde Osmanlı için kritik öneme sahip olan Dubrovnik’e yerleştirilmişti.
Nereli olduğunu sordum. “Dubrovnik” dedi.
Telaşına ve derdini İngilizce konuşarak anlatmayı tercih etmesine şaşırmıştım.
İşini sordum. “Uzak gemi kaptanıyım” dedi.
İkinci evliğiliğini yapmış, birinci eşi “ya ben, ya deniz” deyince “deniz” demiş, ikincisine de ilk evliliğinin neden bittiğini evlenmeden önce söylemiş bir kaptanla sohbet ediyordum.
Çin’den geliyordu.
Belli ki doğduğu şehri ve dört aydır göremediği ailesini çok özlemişti.
Sohbet ilerledikçe merakıma yenilip, Yahudi olup olmadığımı sordum. Yanılmamıştım.
Osmanlı’nın 15. yüzyılda İspanya’da ölümden kurtardığı bir Osmanlı (Yahudi) yurttaşının bilmem kaçıncı kuşaktan torunu bir adamla sohbet ederken, neredeyse 450 yıl Osmanlı egemenliği altında kalmış bir şehri görmek üzereydim.
Saat 14:10’da Zagrep’ten kalkan uçağımız, etrafı adeta brokoliden yapılmış maket bir ormanla çevrili, pek güzel Dubrovnik’in oldukça mütevazı havaalanına 55 dakika sonra inmişti.
Yol arkadaşım, onu arabasıyla karşılamaya gelen oğluna sımsıkı sarıldıktan sonra bana; şehre giden otobüsten iner inmez etrafımı yaşlı kadınların saracağını, bunu beni çok beğendikleri için yapmayacaklarını ve şaşırmamam gerektiğini söylemiş, onlara güvenebileceğimi ve biraz da pazarlık yapmamı tavsiye etmişti.
Dediği gibi oldu.
Şehre geldik, otobüsten indim ve etrafıma kadınlar doluştu. Yaşlı teyzeler, anneler, anne – anneler...
Merdivenlerden adımımı atar atmaz gördüğüm ilk kadınla hemen anlaştık. Kendisini takip etmemi söyledi.
Muhteşem bir kapıdan, daha önce emsalini hiç görmediğim, muhteşem güzellikte bir tarihi şehre girdim. Yüzyıllardır üzerinden geçen ayaklar sayesinde muhtemelen, yerler pırıl pırıl parlıyordu. Bir sokağa saptık. Sonra bir taş binanın açık duran kapısına. Giderek karanlıklaşan merdivenlerinde ayak seslerimiz yankılanıyordu.
Merakla onu takip ediyordum. Derken kadın duraksadı, biraz soluklandı ve derin bir nefes alarak yan cebinden çıkardığı kocaman bir anahtarla kapıyı gıcırdatarak açtı. Sonra Hırvatça bir şeyler söylendi. İçeriye girdik. Odamı , kullanacağım havluları ve banyoyu gösterdi. Pansiyon olarak kiralanan çok, ama çok güzel bir “taş ev”e gelmiştim.
Ev sahibeme parasını verdim, odamın kapısını kapadım ve çantamı bir kenara atarak yatağa bırakıverdim kendimi...
İki gece kalacağım ve bir daha kesinlikle gelmeyi and ettiğim Dubrovnik’te, “Eski Şehir’de”, yaşlı bir Dubrovnikli teyzenin yaşadağı, belki de bin yıllık bir evin, muhtemeldir ki nice hadiselere şahit olmuş bir odasınyadım...
Belki de bir zamanlar, henüz 7 yaşındayken devşirilen Bosnalı bir yeniçerinin yaşadığı bir evde...
Belki de bundan 600 yıl önce rüyasında 1. Murad’la evlendiğini gören bir Hırvat kadının odasında...
Kim bilir ?
...
Geçen hafta aynı evin önünden bu kez eşim ve önümde, parıldayan taşların üzerinde kaymadan yürümeye çalışan 16 aylık kızımla birlikte geçtim.
...Sonra, bir Dubrovnik hayranı olan Roger More’un (James Bond) çok sevdiği restorana gittik.
Kızım annesini emdi, ben kırmızı şarap içitim.
Bir de, ne zamandır o anı bekleyen “Padron 1964” marka puromu.
Hülasa; düşler alemine daldık...
Küçük bir yavru kediyle oynaşırken çığlıklar atan kızım, onu şefkatle izleyen eşim ve artık kemikleri dahi kalmamış “fi tarihte”ki düşmanlara karşı, kimleri koruduğunu bilmediğim kale surlarının eteklerine bıkmadan usanmadan asılan masmavi suların salladığı bembeyaz tekneleri kucaklamış olan Dubrovnik Marinası'na bakan ben...
Ne diyelim?
Hayat işte...