Ölümden 40 gün sonra ölüyü anmak, törensel adıyla 'kırkını yapmak'tır. Ve cenaze törenlerinin diğer uygulamaları gibi, törensel bir zorunluluktur. Biyolojik olmayan bir tanımla ölü, artık kendi adına hareket edemeyen bir bedendir. Gözleri açıktır, kapatamaz. Enkaz altında parçalara ayrılmıştır, gidip parçalarını bir araya toplayamaz. Ama ölülerin yapamadığını, kendi adına karar veremeyişteki belirsizliği en üst seviyeden saygılı bir yorumla, cenaze törenleri yapar. Ölülere muameleyi, hassas bir terazi hassasiyetiyle baştan sona belirleyen cenaze törenlerinin bir işlevi de zaten budur. Açık kalan gözler kapanır. Parçalar bir araya getirilip, tamamlanmış bir beden halinde ölü toprağa teslim edilir.
Ama defin gerçekleşince, yaşayanların ölüyle işi henüz bitmiş sayılmaz. Çünkü insan ölünce, hemen 'gitmez'. İnanışa göre ruhu, 40 gün boyunca etrafta dolanır. Tıpkı hayatta olduğu gibi, bilip tanıdığı yerleri ziyarete devam eder. Ancak 40. gün bu dünyadan tamamen ayrılır. Kırkını yapmak, işte bu kalıcı gidişi sembolize eder. Ama burada neden, sonuç gibi görünür. Zira ölenin kırkı, ruhunun gittiğini göstermek için değil, esasında gitmesi için yapılır.
Yaşarken ne kadar kötü bir insan olursa olsun, ölünce herkes aynı törensel muameleyi hak eder. Çünkü artık bu dünyanın yerlisi değil, öte dünyanın bir emanetidir. Ölünün bedenine, doğru bir şekilde davranılıp, toprağın altına doğru bir şekilde gömülmesi gerekliliğinde olduğu gibi ölünün kırkını yapmakta da benzer bir sembolik işlev devrededir. Kökeni itibariyle 'bu taraf' anlamına gelen dünya ile öteki dünyayı/tarafı birbirinden ayırmak. Biraz eksik biraz fazla, aradaki hesabı kapatmak. Ve en nihayetinde, yaşayanların hayatını ölülerin gölgesinden kurtarmak…
Depremin 40. gününde, kadınların girişimiyle Samandağ'da bahur ve reyhanlarla depremde kaybedilenlerin kırkı yapıldı. Ellerinde reyhan ve bahur buhurdanlıkları, Samandağlılar, sadece depremde yitirdikleri ve bazısı bugün bile halen enkaz altında olan yakınlarını değil fakat ayrıca yerle bir olan şehirlerini anmak için de yürüdüler. Yürüyüşün öne çıkan bir sloganı, kendiliğinden dile gelerek Arapça bir slogana dönüşen "Me rihna, nihna hon" sözleriydi. Ve "Gitmedik, buradayız" anlamına geliyordu. Ama telaffuz benzerliği yüzünden, Arapça bilen bazılarınca yer yer başka bir Arapça sloganla, "Me mitna, nihna hon" ile karıştırılmıştı ki bu da "Ölmedik, buradayız" demekti.
Bu iki sloganın böyle kolayca birbirine karıştırılmasının nedeni elbette sadece telaffuz benzerliği değildi. Fakat birbirinin yerine geçen kelimeler - 'gitmek' ve 'ölmek' - arasındaki anlamsal geçişlilikti. Zira, birçok dilde 'gitmek', ölmenin 'yumuşak' bir yoludur. Ölmektense gitmek, hiç değilse daha merhametli ve belki biraz da teselli edicidir.
Öte yandan parklara, sokaklara ve meydanlara, kilise, cami ve tarihi yapılara tutunan nesnel uygarlıklarının bu yapılarla birlikte çökmesi sonucu kendilerini kültürel olarak yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulan Antakyalılar/Samandağlılar ve şehirleri yıkılan, benzer koşullardaki diğer depremzedeler için 'gitmek' şimdi artık hangi anlamıyla kullanılırsa kullanılsın sadece ölmek demektir.
Belki gerçekte ölmemişlerdir. Ama giderlerse, yıkıntı şehirlerini geride bırakırlarsa 'öleceklerdir'. Bu anlamda, geride kalanların "Gitmedik, buradayız" ile "Ölmedik, buradayız" sloganları artık bir ve tek slogandır. Ve toplumsal düzeyde, bir hayatta kalma mücadelesidir.
Hâlbuki Samandağ'ın yıkıntılarında yankılanan bu ikisinin yanında, üçüncü bir sloganı hayal etmek de mümkündür. Hatta, belki de biraz görevdir. Yürüyüşe katılan görünmez bir grubun, ölenlerin ve yok olan kentlerin ağzından söylenir. Ve yıkıntı kentlerin üzerinde, bir hayalet gibi dolaşır: Öldük… Ama gitmiyoruz!
Ölülerin bu dünyaya takılıp kalması veya daha kuvvetli bir ifadeyle, geri dönmesi, kültürel üretimlerde yerleşik bir konudur. Kökenleri antik çağa kadar izlenebilir. Aşil'e uygun bir cenaze töreni talep etmek için, örneğin, Patroclus'un ruhu Homeros'un İlyada'sında boy gösterir.
Psikanalist Jacques Lacan, ölülerin gidemeyişini/geri dönüşünü cenaze törenlerinde bir şeylerin ters gitmesiyle açıklar. Mesela, düzgün bir şekilde gömülmemişlerdir. "Ölülerin dönüşü, simgesel törende ve simgeleştirme sürecinde bir bozulmanın işaretidir. Ve ölüler, ödenmemiş bazı sembolik borçlarının tahsildarları olarak geri döner."
Ölülerin geri dönüşü fikri kökenini, Adam Smith'in belirttiği gibi, zamansız ölenin/öldürülenin hayali hıncına duyulan işte bu doğal sempatiden alır. Geri dönmelerini, öncelikle yaşayanlar ister. Veya istemelidir! Ve belki de bu hınca veya incinmiş adalet duygusuna yaslandığı için, geri dönüş teması, mitolojilerden masallara, edebiyattan popüler kültüre asırlardır ve bıktırmadan, kendini tekrar eder.
Örnekler boldur. Shakespeare'in Hamlet'inde, Hamlet'in babası öldürülür. Yani, gerçekte artık ölüdür. Ama korkunç bir hayalet olarak geri döner. Ve ancak Hamlet, babasının katilini öldürdüğü zaman 'tamamen' ölür.
Geri dönüş, genellikle bir hesabı kapatmak için olduğundan, çoğunlukla korkutucudur. Ve korku filmleri için, doğal olarak elverişli bir temadır. Japon yapımı 'Halka' filminde (2002), istismara uğradıktan sonra öldürülen ve cenaze töreni yapılmaksızın bir kuyuya atılan Samara, örneğin… Hatırlanırsa, cenaze törenleri bir bakıma "Anlaştık. Değil mi?" türünden tek taraflı bir 'hesaplaşmadır'. Gerçek bir hesaplaşmadan çok yaşayanları, ölülerin gölgesinden kurtarmayı amaçlar. Ama tören yoksa, tek taraflı anlaşma bile yoktur. Ve Samara'nın gölgesi, yaşayanların üzerinde gezinir.
Benzer bir tema, Amerikan yapımı 'Altıncı His'te (1999) de devrededir. Filmin çocuk kahramanı, ölü insanları görebilme ve onlarla konuşabilme talihsizliğinde olan Cole'dür. Gördüğü ölülerden korkar. Psikolojik yardım alır. Farkında olmasa da kendisi de bir ölü olan psikiyatristi bir gün ona gördüğü ölülerle konuşmayı denemesini önerir. "Belki de senden yapmalarını istedikleri bir şeyler vardır" der. Cole sonunda bir gece odasında gördüğü bir kız çocuğunun hayaletiyle konuşmaya cesaret eder. Ve küçük kız ona gerçek ölüm sebebini, üvey annesinin onu zehirleyerek öldürdüğünü babasına bildirmesini ister. Cole ölülerle konuştukça, gerçekten de hepsinin bir dileği olduğunu anlar. Artık nesneler dünyasına müdahale edemeyen ölülerin her birinin ondan bir isteği vardır. Ve ancak hâlâ yaşayanların dünyasına ait bir varlık olan Cole'ün aracılığıyla, dünyadaki hesaplarını görmek ister.
Ama ölüler her zaman alacaklı değildir. Ve tıpkı binlerce yıldır çeşitlenerek varlığını sürdüren 'Minnettar Ölü / Grateful Dead' masallarında olduğu gibi, bazen de kendileri adına ödenen bir borcun minnettarlığı için geri döner.
Minnettar Ölü, bir masal olmaktan çok benzer bir olay örgüsüne sahip masallar grubudur. Modern zamanlarda popülaritesi azalmış olsa da birçok kültürde farklı çeşitlemeleri söz konusudur. Külkedisi veya Pamuk Prenses masallarında olduğunun aksine, merkezi bir karakteri yoktur. Minnettar Ölü, ölmüş fakat gömülmeden bırakılmış herhangi bir ölüdür. Ve masal, usulüne uygun bir şekilde gömülmesini gerçekleştiren kişiye ölünün duyduğu minnettarlığı anlatır.
Minnettar Ölü, o kadar eski ve yaygın bir masaldır ki coğrafi kökeni hakkında kesin bir bilgiye ulaşmak zordur. Zaten, masalın antropolojik işlevi düşünüldüğünde, bu 'kökensizlik' olağandır. Bilimsel kanıtlar kadar, dinsel mitolojiler de bilgi vericidir. Habil ile Kabil'den beri insan, ölüsünü gömmesi gerektiğini bilir. Ama bu o kadar önemli bir konudur ki mitolojiler ve masallarla bunun arada sırada hatırlatılması gerekir.
Minnettar Ölü masal türünün yapısına en iyi ilk Cicero'nun 'Kehanet Üzerine' (MÖ 44) adlı eserinde rastlanır. Hikâyede bir gezgin, öyle ortalık yerde gömülmemiş bir cesetle karşılaşır. Ve onu, saf iyilikle içsel bir huzursuzluğun iç içe geçtiği karmaşık bir duyguyla, usulüne uygun bir şekilde gömmeye karar verir. Cicero'nun hikâyesi, Minnettar Ölü masallarının temel unsurlarını yansıtır. Yalnız, cesedin neden gömülmeden bırakıldığına değinmez. Masalın başka versiyonlarında bunun nedeni, ölen kişinin ödenmemiş borçlarıdır. Ama sonuçta, nedeni ne olursa olsun, gömülmemiş bir ölü, kapanmamış bir hesaptır. Alacaklıların açgözlülüğünün aksine, ölünün borcunu ödeyen hayırseverin iyiliği sayesinde, ölünün usulüne uygun bir şekilde gömülmesi, bu masalların ana temasıdır. Sonunda ölü, minnettarlığını belirtmek ve karşılığında bir iyilik yapmak için yaşayanların dünyasına geri gelir.
Olay örgüsü 19. yüzyıl folklorcuları tarafından iyi bilinir. Fakat folklorist Gordon Hall Gerould'ın kapsamlı çalışması 'Minnettar Ölü: Bir Halk Masalının Tarihi' (1908) adlı eserine kadar kimse bu masalları bir araya getirme işine girişmez. Gerould, Minnettar Ölü masallarının coğrafi kökenini bulmak ve nasıl bu derece yaygın bir tema olduğunu anlamak için Doğu/Batı Avrupa ve Asya'nın çoğunu kapsayan bir alanda araştırmalar yapar. Ve Sibirya'dan İspanya'ya, İzlanda'dan Ermenistan'a kadar, halk hikâyeleri ve mitlerde bu masalların izlerine rastlar.
2 bin yıl öncesine kadar uzanan halk hikâyeleri ve edebiyatından derlediği toplamda 108 farklı Minnettar Ölü masalının ilk sistematik ve karşılaştırmalı incelemesini gerçekleştiren Gerould sonuçta, birçok toplum için hiçbir yükümlülüğün ölülere gereken saygıyı göstermekten daha bağlayıcı olmadığı sonucuna varır. Ölünün, borcu veya herhangi bir hesabı yüzünden defnedilmemiş olması o kadar feci bir olaydır ki masal bile olsa bunu hiçbir ülke kendine yakıştıramaz ve olay yeri genellikle yabancı bir ülkeye yansıtılır. Masal gezgini, geleneklerin bilindik şekilde gözetilmediği yabancı topraklara doğru yolculuğa çıkarılır ve söz konusu gömülmemiş cesetle ancak sınırlarının ötesinde karşılaşır.
Cenaze törenlerinin yasalarca sıkı bir şekilde düzenlendiği ve gömülmedikleri için sokaklarda çürüyen cesetler görmenin neredeyse imkansız olduğu modern zamanlarda Minnettar Ölü artık ilginçliğini yitirmiş ve anakronik bir temadır. Ama ister borçlu ister alacaklı, ölülerin geri dönüşü fikri halen yeterince canlıdır. Ve bedeninden ayrılmış bir ruhun huzursuzluğuyla yakından ilişkilidir.
Ölülerin gitmediklerini ve neden gidemeyeceklerini, Şeyma, son depremde hayatını kaybetmeden önce ve daha 2020 yılında en yalın sözlerle ifade etmişti. İzmir ve Elazığ'da 2020'de yaşanan deprem yıkımlarının ardından "Bir deprem ülkesinde ve deprem tehlikesi yüksek illerden Kahramanmaraş'ta yaşayan biri olarak, eğer bir gün burası da Elazığ veya İzmir'in kaderini yaşarsa benim için, ailem için veya herhangi biri için melek oldu diye iyileştirmeler yapmayın" demişti. "Hakkımızı arayın!"
Gömülmemiş her ölü, kapanmamış bir hesap demektir. Ve doğru… Enkaz altları halen gömülmemiş bedenlerle doludur. Ama gene de bu ilişkiyi tersinden kurmak da mümkündür. Zira, Şeyma'nın da ima ettiği gibi… Kapanmamış her hesap, gömülmemiş bir ölü demektir! Ve bin yıllık masal der ki, bu en büyük kötülüktür.
Zeynep Yıldırım kimdir? Siyaset Bilimi Doktoru Zeynep Yıldırım, siyaset bilimi alanındaki doktorasını Türkiye'de yaşayan Suriyeli mültecilerin menşe ülkelerine geri dönüşü üzerine yaptığı tez çalışmasıyla 2019 yılında İstanbul Üniversitesi'nden aldı. 2018 yılından beri Londra'da yaşayan ve bağımsız araştırmacı olarak çalışan Dr. Yıldırım, Londra Göç Müzesi'nde gönüllü danışmanlık yapıyor. Duvar ve Birikim gazetelerinde yazıları bulunuyor. 2021 yılında başladığı T24'teki yazılarına devam ediyor ve yazılarında çoğunlukla göç etmenin ve göçmen olmanın insanlar üzerindeki etkisini sanat, edebiyat ve siyasetin iç içe geçtiği bir yaklaşımla değerlendiriyor. Çalışma alanları arasında gönüllü ve zorunlu göçler, göçmen ve mülteci deneyimleri, mülteci politikaları, siyaset teorisi, kimlik ve kültürel çeşitlilik, popüler kültür ve siyaset ilişkisi ile politik sanat bulunuyor. |