Gündemin konu bulmak için hiç ama hiç zorluk çekmediği ülkenin adıdır Türkiye. Kafanızı nereye çevirirseniz çevirin ilgi çekici ama bir o kadar da şaşırtıcı konular ve konuklarla sizi her an karşılamaya hazırdır. Her ne kadar son yıllarda yaşadığımız konular üzerinden bile kendimizi değil daha çok karşımızdakileri hedef almayı seçiyor olsak bile malzeme bol ve bu durum tartışmaların hiç ama hiç bitmemesine yol açıyor. Sadece birkaç örnek bile yaşadıklarımız üzerinden neler konuştuğumuzu ve bir o kadar da nasıl garip bir yere doğru hızla gitmekte olduğumuzu ortaya koymaya yeter de artar.
İlk örneğimiz yolda giden başı açık bir kadının iki başörtülü kızın yanından geçerken bir tanesine tokat atması. Sosyal medya üzerinden bu durumun aktarımı sırasında ise Kemalist bir kadının bir başörtülü kıza saldırdığından başlayarak giden bir tuhaf tartışma içerisinde aktarıldığını gördük. Hızını alamayıp tokat üzerinden Kemalist diktatörlüğe kadar gidenler mi ararsınız, meczupluk üzerinden yapılan açıklamalarla ağzının payını verenler mi, ne isterseniz var. Ama dikkat edin herkes kendi konfor alanı üzerinden konuşmaya ve ahkam kesmeye devam ediyor. Konu bir anda yaşam tarzına ve oradan da aşağılamalara kadar gidiveriyor. Halbuki bu durumu çözdüğümüzü zannediyorduk demek ki bilinç altlarımızda hiç de öyle değilmiş! Yaşadıklarımızın çoğunlukla yaşamayı arzu ettiklerimizin tam aksini önümüze getirmesi herhalde tesadüf olmasa gerek. Kendi hak ettiklerimizi yaşıyoruz ve bu kafa yapısını değiştirmediğimiz sürece de yaşamaya devam edeceğiz.
Sürekli olarak kaşınmak istemesine karşın başı açıklarla başı kapalılar arasında bir düşmanlık yok. Her defasında kadınlar üzerinden sürdürülmekte olan iktidar savaşları var ve ilginç bir biçimde artık kim daha fazla bağırıyorsa o haklıdır gibi bir algı yaratılmaya başlandı. Oysa tıpkı bu olayda olduğu gibi birinin yaptığı bir hareket üzerinden karşı tarafı karalamak ve kendi taraftarlarına mesaj vermek isteyen bir kitle var karşımızda. Oysa bu durum beraberinde birlikte yaşayabilme enerjimizi ve tahammül katsayımızı da her geçen gün biraz daha fazla azaltmaya yol açıyor. Meczuplar üzerinden yarışma yapacaksak hiçbir meczup diğerinden daha reva değildir. Bazı yazarlar bu durumu hiç dile getirmediler, yapılanı kınamadılar diyerek de yaşananları başka bir kılıfa sokmaya lütfen çalışmayın! İlkin de ilki vardır anlayışı üzerinden giderek buradan hiç kimsenin galip gelemeyeceği ve ömrümüzü tüketecek bir haklılık yarışmasının önünü açarsınız sadece ki bu hiç kimseye bir şey getirmeyecektir.
İkinci olayımız on iki bin yıllık bir buzul gölün dibinde kazı çalışması yapılması ile ilgili. Gümüşhane’nin Taşköprü yaylasındaki Dipsiz Göl’ün define amaçlı kazılması sonrasında ortaya çıkan manzara içler acısı. Ama asıl acı olan ise devletin kurumlarına yapılan başvurular sonrasında bu iznin verilmiş olması ve jandarma eşliğinde suyun tahliye edilmiş olmasıdır. Şimdi elimizde insanlık mirası olan ve on iki bin yıldır varlığını devam ettirmiş bulunan bir göl değil taş ve toprak yığını kalmış bulunuyor. Bu dakikadan sonra istediğiniz kadar soruşturma başlatın ve bu durumun ortaya çıkmasına yol açan görevlileri açığa alın bir önemi yoktur! Çünkü karşımızda hakikaten bulundukları makamlarla ve o makamların gerektirdiği ferasetle uyuşmayan insanlar bulunuyor demektir ki bu hepimiz açısından son derece tehlikeli bir durumdur.
Sokaktaki insan definecilik mantığı üzerinden yaşadıklarını anlamlandırmaya ve bunun üzerinden çıkarsamalar yapmaya devam edebilir. Ancak devletin ‘yetkili’ olarak nitelendirilen kurum ve kurullarında çalışanlar aynı mantıkla hareket edemezler! Çünkü böylesi bir yaklaşım tarzı beraberinde rasyonelliğin ve herkesi bağlayan kuralların değil duyguların ve kanaatlerin dolaşıma sokulmasını da beraberinde getirir. Bundan sonrası ise hukukun değil herkesin kafasına göre takılabileceği bir ortamın doğabileceği bir ruh halinin dolaşıma sokulmasından ibaret kalacaktır. İşte bu yüzden böylesi bir anlayışın olduğu her yer tehlike arz edecektir. Son bir sözü de bu yayladaki gölün doldurulmasını talep eden köylüler hak ediyorlar. Bize bir yararı yok ve çocuklarımızı oradan alamıyoruz diyerek doldurulmasını isteyeceksek bunun sonu hepimize dokunacaktır. Bu yüzden de yaşadığımız yer ve içinde bulunduğumuz ortamla sadece kendimiz üzerinden değil içinde yaşadığımız adına kültür denilen miras üzerinden de pay kurmayı öğrenmek durumundayız.
Son örneğimiz ise bir bebeğin eline takılan tek taş yüzük haberiyle ilgili. Gelmiş olduğumuz noktada lüksün, şatafatın ve gösterişin nerelere kadar gidebildiğini gösteren sayısız örnekle karşılaşmıştık. Ancak böylesi bir duruma bugüne kadar rastlamamıştık. Sosyal medya üzerinden yapılan yorumlarda ülke olarak daima yaptığımız kıyaslamalar üzerinden giderek kendi cenahına selam çakma durumlarını onaylama mantığı sürüp gidiyor. Oysa kitchleşme içinde yaşanılan ülkenin sadece bir kesimine özgü bir durum değildir. Görmemişin bir çocuğu olmuş lafı aslında bu durumu gayet güzel anlatmaktadır. Bu yüzden de son on yedi yıl içerisindeki AKP iktidarı üzerinden zenginleşen kesime yüklenmek tek başına yaşanan durumu açıklamaya yetmeyecektir.
Paylaşılan görüntülere baktığınızda karşımızda var olan kitlenin de tıpkı diğer kitleler gibi kendisini göstermek istediğini, içinde yaşadığı hayatın getirilerinden en iyi şekilde pay kapmayı arzuladığını görüyorsunuz. Bu düğünlerin yapıldığı yerden tutun da bebek mevlitlerine kadar uzanan bir çizgide kısacası hayatın her alanında bizleri karşılıyor. Tüketimin çarkları içerisinde 'laik'i, 'İslamcısı', 'Milliyetçisi' fark etmiyor, hepsi benzer şekillerde hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Kimisi bunu yaparken fazlasıyla abartılı yaklaşımları ve yok artık dedirtecek hareketleri yaparak kendisini gösteriyor. Kimisi ise çok daha mütevazi ve ayağını yorganına göre uzatacak bir anlayışla yoluna devam ediyor. Ülkenin zenginleri çeşitlenirken oturulan konutlardan binilen arabalara ve harcanan paralara kadar her alanda daha önce olduğu gibi lüks ve ihtişam konuşuluyor. Daha önce olduğu gibi ülkenin açlıktan kırıldığı ve zor koşullarda yaşadığına dem vuruluyor. Fakat her nedense bu arzunun içten içe herkesi kemirmesi nedeniyle de eli biraz para gören kim olursa olsun mutlaka ihtiyacından çok daha fazla harcama yoluna sapıyor.
Geçmişten farklı olarak bugün yaşadıklarımızın her bir dakikasının kayıt altına alınmakla kalmayıp aynı zamanda bu kayıtların tam da arzuladığımız biçimde bizim şatafatımızı göstermek amacıyla kullanılıyor olmasıdır. Belki de bu sosyal medya denilen mecranın ülkemizde bu kadar çok sahiplenilip, kabul görmesinin arkasında da bu gösterme ve görünme telaşımız yatıyordur. Çünkü bizim için ne olduğumuzdan çok daha önemlisi bizim ne olduğumuzu bilen akrabalarımız, komşularımız, eş-dost tanıdıklarımızın varlığıdır. Bu yüzden de daha fazla abartı, daha fazla şatafat ve çok daha gereksiz harcama üzerinden itibarımızın sürmesini arzu ederiz. Büyüklük hastalığımız da biraz buradan ileri gelmektedir, en büyük binaları yapmak, en ulaşılmaz noktalara ulaşmak gibi bir ruh haliyle yaşamayı sürdürüyoruz. İnsan evrenin duygulu halidir ve yurdum insanı bu halin belki de en karmaşık şeklini sunan varlığıdır.
Bu topraklar bir güzel insana daha veda ediyor. Varlığı ile bu kubbede hoş bir sadâ bırakmayı başarmış olan Yıldız Kenter’e Allah'tan rahmet, yakınlarına ve tüm sevenlerine baş sağlığı dilerim. Nurlar içinde yat hocaların hocası.