Türk medyasının çok büyük bir bölümü Afrin üzerinden fetih edebiyatı yapmakla meşgulken Suriye başkenti Şam’ın hemen yanı başında “Zeytin Dalı Harekâtı” ile ilgili ipuçları da veren ilginç gelişmeler meydana geldi. Eğer savaşın nasıl bir seyir almakta olduğuna dair bir kavrayış geliştirecek isek, Afrin’in bu bağlam içinde nereye oturduğunu daha iyi anlamamıza da olanak tanıyacak bu gelişmeleri iyi anlamakta fayda var.
Tabii bunun için öncelikle Ankara’nın Rusya ile sahadaki işbirliğinin geçmişini iyi hatırlamamız gerekiyor.
Neden? Çünkü üç haftalık hafızalarla yaşatılmaya çalışıldığımız ve birilerinin bu süreyi daha da aşağı çekmek için özel bir gayret içinde olduğu şu coğrafyada bizler aynı gayreti ters yönde gösterirsek, Zeytin Dalı Harekâtı ile Fırat Kalkanı Harekâtı arasındaki çarpıcı paralellikleri görür, sahadaki resmi de panoramik şekilde kavrayabiliriz!
Hemen hatırlatalım: Türkiye Rusya ve İran ile vardığı mutabakat sonucu, Halep’te desteklediği cihatçıların bundan yaklaşık bir buçuk yıl önce şehirden ve hükümet birliklerine karşı savaştan çekilmelerini ve yeşil otobüslere binerek çatışma alanlarının dışına taşınmasını sağlamış, bunun karşılığında Ruslar da TSK desteğindeki ÖSO’nun El Rai (Çobanbey) üzerinden girerek Suriye’ye geçerek sınırımızda bir anti-Kürt koridoru açmasına izin vermişti. Cihatçıların önemli bir kısmının Halep’ten çekilmesiyle Suriye Arap Ordusu da Aralık 2016’da şehrin güneybatısındaki Topçu Okulu’nu ele geçirmişti. Bu stratejik noktanın düşmesinin ardından Halep hükümet kuvvetlerine karşı savaşan işgalcilerin elinden kurtarılmıştı.
Ruslar belli ki operasyonun zamanlaması konusunda da Ankara ile baştan anlaşmışlardı. TSK’nın El Bab zaferi ile Suriye Arap Ordusu’nun Halep zaferi aynı tarihe denk getirilmişti. Böylece hem Ankara hem de Şam yönetimleri kendi iç kamuoylarına gelişmeleri sunarken diğer cephedeki gelişmeyi kendi zaferlerinin gölgesinde bırakma imkânına kavuşacaktı. Yani, Aziz-Cerablus arasında bir koridor açan TSK desteğindeki ÖSO’nun El Bab şehir merkezine girmesi ile Halep’in cihatçı işgalinden kurtuluşu aynı güne denk getirilmişti: 21 Aralık 2016. Türk medyasının manşetlerine El Bab’ın düşüşünü taşıdığı gün Suriye basını da manşetlerine Halep zaferini atıyordu.
Öte yandan, Ankara bir taşta iki kuş vurmuş da oluyordu: İç kamuoyuna Kürt koridorunu engellemek olarak sunduğu bu gelişmeyi dünyaya “IŞİD ile olan sınırımızı tamamen kapattık” şeklinde yansıtabiliyordu.
“Zeytin Dalı Operasyonu”nda da benzer bir kurgunun izlerini gördük. El Bab/Halep ikilisinin yerini bu kez Afrin/Guta (Şam) aldı. Afrin’i az çok biliyoruz. Guta’yı da hatırlatalım: Suriye ordusuna bağlı birlikler ve müttefiki olan milis güçler başkent Şam’ın 4-5 km doğusundaki bu cihatçı cebinde yıllardır Suudi Arabistan destekli Ceyşü’l İslam ile; Katar destekli Feylek ül Rahman ile; ABD desteği de almış Nureddin Zengi Hareketi ile; Suriye El Kaidesi de diyebileceğimiz Hayat Tahrirü’ş Şam ile ve Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin ortak desteğini sırtlamış Ahrarü’ş Şam ile savaşıyordu.
Şimdi o savaş da sona ermek üzereydi. Tarih bu kez Türkiye için tarihten gelen sembolik bir önemi de olan 18 Mart olarak seçilmişti. TSK desteğindeki ÖSO güçlerinin Afrin merkezine girdiği ve Demirci Kawa heykelini devirdiği o gün, Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad da gözünde güneş gözlükleri, altında Honda marka bir otomobil, direksiyon koltuğuna oturmuş şekilde, Şam’dan 5 yıldır cihatçı güçlerin işgali altında olan ama birkaç saat önce kurtarılmış Doğu Guta’ya doğru ilerliyordu. Biraz sonra arabasından inerek askeri birliklerini ziyaret edip kutlayacaktı. İki taraf da farklı noktalarda ama aynı tarihte birer zafer ilan ediyordu.
ÖSO’nun Afrin merkezinde tam denetim sağladığı 24 Mart günü ise Suriye ordusu da Guta’da denetimi sağlıyor ve Zamelka, Cobar gibi mevkilerde hükümet kuvvetlerine karşı uzun süredir savaşan isyancı gruplar ateşi kesmeleri gerektiğine -tıpkı kuzeylerindeki Kürtler gibi- ikna olmuş şekilde, yeşil otobüslere binerek bölgeyi terk ediyor, Hırista’dan hareketle Hama’nın kuzeyi üzerinden İdlib’e geçiyorlardı.
Aslında bölgeye “Doğu Guta” dendiğine de bakmayın. Resmi kayıtlarda “Guta Dımeşk” olarak geçen ve başkente sadece 4-5 km uzaktaki bu bölge, aynı vahayı paylaştığı Şam’ın kırsalı. Yani Doğu Guta’nın başkenti uzun süredir sürekli top atışlarıyla tehdit eden cihatçılardan temizlenmesi, aslında “Şam’ın kurtuluşu” anlamına geliyor. Yani bu açıdan gelişme, Suriye hükümetinin gözünde Halep’in kurtuluşu kadar önemli.
Öte yandan, Ankara bu kez de bir taşta iki kuş vuruyordu: İç kamuoyuna “teröristleri bölgeden atmak” olarak sunduğu bu gelişmeyi dünyaya da “sınırlarımızı tamamen güvence altına alıyoruz” şeklinde yansıtabiliyordu.
Uzun lafın kısası, Aralık 2016’da olduğu gibi, Mart 2018’de de yine Rusya’nın liderlik ettiği ve Moskova – Ankara -Tahran uzlaşmasıyla belirlenen bir plan yürürlüğe konuyordu. Dolayısıyla Rusya’nın planları açısından bakıldığında, olup bitenlerde beklenmedik, yeni bir durum yoktu.
Bu niye önemli? Şunları bilmemiz açısından: hem Rusya’nın planlarından hem de sahadaki güçlerin kabiliyetlerinden gayet iyi haberdar olan, harekâtın da sonucunu Ruslar gibi baştan gayet iyi hesap etmiş olan ABD, Kürtlerin kritik bir noktadan sonra, askerî açıdan fazla kayba uğramamaları için Afrin’den çekilmeleri gerektiğini biliyor ve sahaya da aslında bu yönde telkinde bulunuyordu.
Ankara’nın yaklaşımı ise farklıydı. ABD’nin onayı olmadan ne Menbiç’e ne de Fırat’ın doğusuna girme şansı bulacağını bilen Ankara, bu ihtimaller o gün çok zor göründüğü için, belli ki “Zeytin Dalı Harekâtı”nın bir hedefini de “düşmana maksimum zayiat verdirmek” olarak belirlemişti. Zira gelişmeler onu gösteriyordu. Bu ise tek şekilde mümkündü: İşleri en başta birazdan ağırdan alıp Kürtleri direnişlerinin güçlü olduğuna, muharebeyi kazanma olasılıklarının bulunduğuna inandırarak, Menbiç ve Haseke gibi bölgelerden çok sayıda Kürt savaşçının Afrin’deki direniş hatlarına katılımını sağlamak! “Sırada Menbiç de var,” diyerek YPG’nin ÖSO güçlerini Menbiç’ten önce burada durdurma çabasına odaklanmasını sağlamak. Ve sonrasında çatışmalarda vites yükselterek çok yüksek ateş gücüyle karşı tarafa verdireceği zayiatı azamiye çıkarmak. Nitekim harekâtın belirli bir safhasından sonra Ankara’nın meseleyi “etkisiz hale getirilen” YPG kuvvetlerinin sayısı üzerinden tarif ederek, “yarın bu rakam şu olur” falan dediğini gördük. Doğrusu elimde somut bir veri yok ama ben harekâtın bu beklentilerle ilk safhada ağırdan alınmış olabileceğini düşünüyorum.
ABD askeri yönetimi bu gerçeğin farkında olduğundan Kürtlerin Menbiç ve Haseke’den Afrin’e desteğe koşmalarına, kamuya açık beyanlarda “IŞİD ile mücadeleye zarar verirsiniz” şeklinde ifadelerle engel olmaya çalıştığını gördük. Kürtler ilk aşamada buna pek kulak asmış gibi bir izlenim vermedi. Gelgelelim, karşılarındaki gücün bu gizli hedefini fark ettikleri için mi, yoksa zaten bun baştan da bildikleri halde yaslandıkları uluslararası kamuoyundan yeterli desteği göremedikleri için mi, bilemiyoruz, Afrin Savaşı’nın ikinci ayı dolmadan, Kürtler Raco ve Cinderes’te ciddi bir direniş göstermeyi, Afrin’de bir şehir savaşı vermeyi reddederek daha fazla zayiat vermemek üzere bölgeyi terk ettiler. IŞİD Aziz-Cerablus hattında ÖSO’ya 7 ay dayanmıştı. IŞİD’den daha kuvvetli olduğu bilinen YPG güçleri yukarıda saydığım nedenlerden ötürü 2 ay dolmadan Afrin’in merkezinden çekildi.
Bütün bunları göz önünde bulundurarak Afrin’de yaşanan savaşın en önemli sonuçlarını -insani trajedileri bir kenara bırakırsak eğer- şu şekilde özetleyebilir, refakatında şu soruları sorabiliriz sanıyorum:
BİR) Kürtler, pekâlâ Suriye hükümetinin ve ordu güçlerinin denetimine bırakabilecekleri toprakları ÖSO’ya ve Ankara’ya bırakmayı tercih ederek, bölgede tek işgalci güç olarak kalmak istemeyen ABD’nin oyun planından kopmayacaklarını ve daha da önemlisi Şam Yönetimi ile ve hatta Rusya ile aynı safta olmadıklarını, Suriye’nin bölünmesine taraf olduklarını açıkça ilan etmiş oldular.
İKİ) Tabii savaş demek, her ne kadar bomba, top, ölüm, trajedi falan demekse de, temelde savaşılan coğrafyaların “faydalı alanlarının” tespit edilip diğer yerleri düşmana bırakmak ve her şeyden önce o düşmanın bunu kendiliğinden arzulamasını sağlamak da demek; belirli etnik/dini grupların umduklarından başka yerlerde yeniden iskan edilmeleri de demek! Zorunlu göç demek! Bu açıdan bakıldığında ÖSO’nun Afrin’e girdikten sonra, BM rakamlarına göre, yaklaşık 170 bin kişinin Afrin’den ayrılmasını nasıl açıklamalıyız? Suriyeli mültecilerin artık kendi sınırından içeri girmesine izin vermeyen ve onları İdlib bölgesi hudutlarındaki kamplarda tutan Ankara Afrin’i bir Suriyeli Sünni Arapların yurdu yapma kararlılığında mı? Peki Şam yönetimi ülkenin bu noktasında bundan sonra Kürtler yerine onları mı görmeyi tercih ediyor?
ÜÇ) Kürtlerin Afrin’den çekilerek zengin doğal kaynaklara sahip Fırat’ın doğusundaki kantonlara geçmeleri yönünde özel bir teşvik görüp görmedikleri önümüzdeki dönemde yanıtını bekleyen en önemli sorulardan biri olarak beliriyor. Afrin Kürtleri, iddia edildiği gibi, Suudi Arabistan’dan “sizler Fırat’ın doğusuna gelin, bizler sizlerin Haseke’de, Deyrizor’da, Rakka’da ABD ordusunun koruması altında yeni Kürt yerleşimleri kurabilmenizi finanse edeceğiz” şeklinde bir teklif aldılar mı?
DÖRT) TSK desteğindeki ÖSO’nun Afrin’i alması, Suriye Arap Ordusu’na da tek kurşun atmadan bölgenin aslında en stratejik noktaları olan Tel Rıfat kenti ile Minnag havaüssünün denetimini üslenmesini sağlayacak mı? Yoksa Ruslar bir başka beklentilerini karşılanması karşılığında TSK desteğindeki ÖSO’nun buraları da almasına yeşil ışık mı yakacak?
BEŞ) Afrin Savaşı belki bu bölgede yaşandı ama başından sonuna kadar da hep “şimdi sıra Menbiç’te” laflarını duyduk. Washington ile Ankara bu süre boyunca Afrin’i değil hep Menbiç’i konuştular. Ve görünen o ki, bir anlaşma sağlayabilmiş değiller. Ben Menbiç’e mevcut şartlarda bir harekât düzenleneceğine ihtimal vermiyorum. ABD’nin Kürtlerin liderliğini yaptığı Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) Fırat’ın ve Teşrin Barajı’nın batısına, burayı bir aşamada Ankara’nın denetimine bırakmak amacıyla geçirdiğini, Menbiç’i zamanında bu amaçla IŞİD’in elinden aldırdığını düşünüyorum. Yani biraz paradoksal gibi görünse de, “Türkiye’ye rağmen, Türkiye için!” Tabii bedavaya değil! Fırat’ın “Ankara’nın kırmızı çizgisi” olduğu bilinmesine rağmen, hatta iki ülke arasında bu konuda bir mutabakat da sağlanmış gibi görünmüş olmasına rağmen, ABD’nin buna rağmen Fırat’ın batısına geçmesinin bir tane sebebi olmalı: O da Ankara’ya şunu söyleyebilecek noktada olma imkânı vermesi: “SDG’nin ve onun öncü kuvveti Kürtlerin Fırat’ın doğusundaki varlığını ve onların üzerinden bu bölgedeki işgalimizi meşru gör, karşılığında hem bu işgal topraklarındaki fırsatlar konusunda işbirliği yapalım, hem de SDG’yi Menbiç’ten senin de gözetiminde çıkaralım.” Türkçesi: “Rusya’nın değil Suriye’yi bölme planlarımızın bir parçası ol, sana da bir pay verelim!” Ankara’nın buna cevabı değişecek mi?