Serbest giyinirsek, serbest çalışırsak serbest olur muyuz gerçekten diye düşünmeden edemiyorum. Tek bildiğim kendimi en serbest sandığım an aslında en tutsak olduğum çıkıyor.
Örneğin internette serbestçe dolaştığımı zannetsem bile kendi ardımdan izimin sürülmesi için Hansel Gretel kıtırları bırakıyorum. Serbest çalışıyorum sandığımda bu, mekandan ve zamandan bağımsız uyku harici her saatimi çalışarak geçirdiğim bir biçime dönüşüyor. Serbest giyindiğimde başıma ne gelecek?
Evlilik hazırlığı içindeyken sıkı bir diyete girdiğimi hatırlıyorum. Benden yaşça epey büyük olan Amerikalı bir hocam ve sonradan can arkadaşım Louise bana neden diyette olduğumu sorduğunda ona "elbisenin içine girebilmek için" demiştim. "Elbisemin değil, elbisenin." "The dress?" diye sordu çünkü İngilizce'de ifadem herhangi bir elbisenin içine girebilmek için gibi anlaşılıyordu. Ki öyleydi. Henüz elbisemi almamıştım, ileride alacağım bir elbisenin içine girmeye çalışacaktım. Beni hiç anlayamamıştı. "Kendine olanı alsan daha kolay olmaz mı?" diye sorduğunu hiç unutmam. Epey mantıklıydı.
Üniversitede yöneticilik de yaptığım dönemlerde topuklu ayakkabılarımı çantaya koyardım. İşe gider gitmez spor ayakkabılarımı çıkarıp iş yerine daha uygun olduğunu düşündüğüm ayakkabılarımı giyerdim. Rahat ettiğim ayakkabıyı seçmiyor oluşum bana hep Louise'ı hatırlatırdı.
Yıllar geçtikçe dönem değişti. Artık rahat giyim her yere uygun olan giyim. Rahat giyinmek, olduğun gibi görünmek günün her saati, her durumda geçerli bir sebep olabiliyor. Geçenlerde katıldığım bir düğünde gece elbisesinin veya smokin ve takım elbisesinin altına sneakers ya da bot giymeyen herkesin yaşını kolayca tahmin edebiliyordunuz.
Yeni izlediğim bir mini belgesel uzun zamandır düşündüğüm bir konuda yalnız olmadığımı hissettirdi. Athleisure "Explained" belgesel dizisinin bir bölümü. Uzun zamandır süre gelen sağlıklı yaşam mitinin bir parçası olan spor kıyafetleri konu alıyor. Sahi neden artık sportif giyinmeyi tercih ediyoruz? Neden bir tayt ve tişörtle spora gidebilecek gibi görünerek evden çıkıyor ama aslında kahve içmeye gidiyor oluyoruz. Anneler bir bekleme salonunda konuşuyor. "Spor ayakkabı giymekten çocukların ayakları büyüdü" diyor biri. Herkes hem fikir. Ama o anda içerideki 14 çocuğun ebeveyni dışarıda bekliyor ve herkeste spor ayakkabı var. Rahatız rahat olmasına ama bunun sebeplerini de düşünmeden edemiyorum doğrusu.
Serbestlik vurgusu, bir vurgu olmaya başladığından beri beni rahatsız eder. İşime yarayan, hayatımı kolaylaştıran her durum için geçerli aslında bu. Birileri sürekli rahat olmamı, kendimi bırakarak ânı yaşamamı söylüyorsa bir türlü kendimi bırakamaz oluyorum. Serbest giyinilen Cuma günlerini hiç sevmedim mesela. Bu bana hep küçük bir havucun peşinde koşturan tavşan olduğumu hatırlattı. Hayattaki birçok seçimimde özgür değildim ama bana tanınan minik özgürlük alanları hep pek yalancı gözükürdü gözüme. Tabii Zygmunt Bauman bu konuda gözümüzü açmadı değil. Sorunlarımızın sebebinin sadece kendimiz olduğunu düşünüyorken nasıl yanılıyorsak, kendimize küçük özgürlük alanları yarattığımızda da aslında özgürleşmiş olmuyoruz. Bunu bugünkü "serbestlik" akımından uzakta düşünemiyorum. Serbest giyinirsek, serbest çalışırsak serbest olur muyuz gerçekten?
Serbest olarak çalışma aslında üzerine kılıf giydirilmiş bir tür kölelik. 7/24 çalışmak zorunda kalmayı adı serbest çalışma olmasa da kolayına benimseyemezdik hani. Üstelik bize sosyal medyada gelen #hayatsanaguzel yorumlarını okudukça da kendi kazdığımız çukura mı düşüyoruz ne? Bir sabah kalkıp "hayat gerçekten bana güzel" diyorsak ne ala. Ama sadece bir kafede elimizde laptop, kulağımızda kulaklık çalışıyorsak bunun adı hayat bana güzel olmalı mı gerçekten? Ya da toplantıya bir sneakers ile katılmak hayatı bir anda güzelleştirir mi? Hayattan daha anlamlı bir şeyler de beklemeli miyiz?
Sağlıklı yaşam bir mit haline geldiğinden beri onun etrafında dönen bir endüstri oluşturdu. Aslında bireyin her bireyselleşme çabasının tüketimden medet umar hale gelmesi değil midir asıl sorun? Kuşkusuz belgesel de de belirtilen birçok sebebi daha var spor kıyafetlere olan tutkumuzun. Rahat giyinmek, kendini rahat hissettiğin şeyin değil ama mecburen giymek zorunda olduğunun içinde olmanın çok güzel bir tarafı yok. Ama bu serbestlik duygusunun gerçek olmaması da bir o kadar çirkin sanki. Zaman zaman size sıkan bir taytın içinde olmak ve hatta oh ne rahatmış rahatsızlık diye düşünmek de bu işin bir parçası.
Georges Seurat'ın "Bather in Asnieres" tablosunu bilir misiniz? Tablo ressamın 1884'te çizdiği en önemli resimlerinden biridir ve Londra'da Ulusal Müze'de sergilenir. Resim serbest zamanı anlatır dersek yanlış olmaz sanırım. Resmin en arkasında bacalardan tüten fabrika dumanlarını ve endüstriyel bir köprüyü görürüz. Bunları gördüğümüz an bir şehirde olduğumuzu anlarız. Çalışan kesimin tatilidir gördüğümüz. Boş zamanlarında nehirde vakit geçirmeye ve serinlemeye gelmişlerdir. Uzaktaki kayıkta daha üst sosyo ekonomik gelir grubuna ait insanların önde gördüklerimizden farklı giyindiğini de görürüz. Üst sınıf aynı sıcağı hisseder ama kurallar katıdır. Çalışan kesimin boş zamanını nasıl değerlendirdiği fikri o günler için bir hayli yenidir. Bugün boş zamanlarımızı hala benzer şekilde değerlendiriyor olduğumuzu bilmek de sürpriz değildir sanırım.
Serbest kıyafet bugünün cinsiyetsiz ve kapsayıcı moda anlayışına da uyum gösteriyor. Ama bir şey ne zaman sınıfsız olmak için yola çıksa yine kendi çukuruna düşüyor maalesef. Ama bari çukura düşerken rahat giyinmiş olalım diyorsak orası başka.