FOXCATCHER X X X X Yönetmen: Bennett Miller Senaryo: E. Max Frye, Dan Futterman Görüntü: Greig Fraser Müzik: Rob Simonsen Oyuncular: Steve Carell, Channing Tatum, Mark Ruffalo, Sienna Miller, Vanessa Redgrave, Anthony Michael Boyd, Guy Boyd/ Amerikan filmi |
İşte sırrını sanki ancak Amerikalıların bildiği türden bir biyografik film...Aslında bize yakın bir alana, güreş sporuna değiniyor. Ve gerçek olduğu bildirilen son derece özgün ve ilginç bir öyküyü karşımıza getiriyor. Hikaye temelde ABD spor tarihinin ilginç kardeşleri Mark ve David Schultz’un üzerinde duruyor. İkisi de iri-yarı, güçlü, erkeksi karakterler. Ağabey David daha akıllı ve bilge. Eşi ve iki çocuğuyla yuvasını kurmuş. Kardeşi Mark ise yapılı, maço görünümü altında saf ve kendine güvensiz biri. Ve ikisi de 1984 olimpiyatlarında altın madalya almış... İki kardeş bu kez 1988 yılının Seul olimpiyatlarına hazırlanırken, Mark gizemli zengin John Du Pont’dan bir çağrı alıyor. Bu ortayaşlı mülti-milyarder, Pennsylvania eyaletinde (!), birkaç kuşağa yuvalık etmiş saray gibi müze-evinde, at meraklısı yaşlı annesi ve bir hizmetkar ordusuyla yaşıyor. Onun merakı da güreş. Annesinin ‘aşağı takımın uğraşı” diye küçümsediği bu sporda ‘coach’ olmak ve Mark’ı tüm ekibiyle birlikte olimpiyatlara hazırlamak istiyor. Ki alınacak madalyalar sayesinde, o da servetine rağmen (annesi nezdinde bile) kazanamadığı saygınlığı kazansın... Bu şaşırtıcı film, görünürdeki ‘spor filmi’ yaftasını hemen yırtıp atıyor ve karşımıza görkemli bir karakter irdelemesi getiriyor. Bir dönemin Amerikan spor hayatını ve giderek toplumunu fon almadaki ustalık, karakter yaratmadaki ustalığın yanında arka planda kalır. Ön planda, çok iyi çizilmiş iki sporcu var. Özellikle Mark kişiliği, Channing Tatum’un gösterişli oyunuyla, sapasağlam ve alabildiğine patetik bir kişi oluyor. Hemen yalnızca spora ve başarıya programlanmış duran sanki bir robot... Öylesine güçlü, ama öylesine de çocuksu ve kırılgan... Ama hikayenin odak noktasında, kuşkusuz John Du Pont var. Ana babasız, ağabeyinin gölgesinde büyümüş Mark’ın birden karşısına çıkan ve onu paraya ve lükse boğan bu adam, Mark için hiç sahip olmadığı bir baba figürü oluyor. Ve ona sarılıyor, kendini teslim ediyor. Ama o adam bir tekinsiz kişilik, bir bela. Ruh çirkinliği yüzüne vurmuş, sevgiyi hiç kimseden tatmamış, hayatında kadın olmayan, belki gizli eşcinsel, güç ve iktidar tutkunu bir insan enkazı. Gizliden gizliye içki ve esrara kapılmış, Mark’ı da bu yola sürükleyen bir felaket tellalı. Aralarında belki, sadece kısacık bir çekimde ima edilen olası bir cinsel ilişki de var. Bu gerçekten varsa bile, filmin yapımcıları ailenin varislerinden olası bir tepki nedeniyle açığa vurmamış olabilirler. Her neyse...Sonuç olarak, Foxcatcher Takımı, Amerikan sinemasında neredeyse ayrı bir tür olan spor filmleri kategorisini aşıp, yaman bir dönem ve karakter analizine dönüşüyor. Bu bağlamda yönetmen Bennett Miller’in alabildiğine yumuşak, ama derinde gayet sert ve soğuk anlatımı kadar, oyuncuların performansı da etkileyici. Channing Tatum, sanki sporcu doğmuş maço erkeğin mükemmel bir temsilcisi olarak karşımızda: o kalıbın içinde yatan tüm zaafları da bizlere duyurarak... Ağabeyde Mark Ruffalo da gayet inandırıcı. Annede çok kısa gözüken ölümsüz Vanessa Redgrave’i de unutmadan... Ama filmin asıl sürprizi, milyarder Du Pont rolünde uçarı komedilerin ve dizilerin yıldızı Steve Carell’i bulmak... Carell sanki tümüyle, baştan ayağa değişmiş. Adeta tanınmaz hale getirdiği fiziğinin de katkısıyla, bu kişiliği en canlı biçimde perdeye getiriyor. Dalında Oscar adaylarından en ciddisi o kuşkusuz... Evet, en iyi film adayları arasına giremese bile yönetmen, özgün senaryo, erkek ve yardımcı erkek oyuncu dallarında aday olan bu film, gerçekten de çok farklı ve değişik bir yapım. Seyirciden biraz sabır istiyor, ama bunun karşılığını veriyor. Hem de cömertçe...
İÇİMDEKİ SES X X X Yönetmen: Çağrı Bayrak Senaryo: Engin Günaydın Görüntü: Ferhat Uzundağ Müzik: Tolga Çebi Oyuncular: Engin Günaydın, Leyla Lydia Tuğutlu, Füsun Demirel, Ersin Korkut, Hamdi Kahraman, Onur Buldu, Nazlı Tosunoğlu/ Barakuda Film |
Yine bir güldürü. Böylesine zengin bir insan, konu ve sorun malzemesine sahip olan ülkemizde, sinemanın bu türe verdiği öncelik ve önemi ilke olarak onaylamadığımı belirtmeliyim. Bu kolay bir yol ve yapımcıların öncelikle gişeyi güvenceye alma dürtüsüne bağlı gözüküyor. Öte yandan, komedi de kendi içinde saygın bir tür kuşkusuz. Ama aşınmış kalıplara, TV’de boy göstermiş oyunculara ve harcı alem hikayelere dayalı olmamak koşuluyla... İçimdeki Ses, bu kategoriye teğet gözükse de, sonuç olarak dışına taşmayı ve farklı olmayı beceriyor. Bu öncelikle Engin Günaydın’ın başarısı. Hem bizzat yazdığı senaryo, hem de oyunuyla... Günaydın filmde ‘ana kuzusu’ gözüken ve dominant annesiyle birtürlü baş edemeyen bir yazarı canlandırıyor. Selim bizdeki dizi mantığıyla (tek bir bölüm, yanlış duymadıysam iki saat sürüyor!) başa çıkamazken, bir de annesinin ‘birlikte oturma’ önerilerini göğüslemeye çalışıyor. Bu monoton hayat içinde tutulduğu içkiden ve fazla kilolarından kurtulmaya çabalarken, bir jimnastik salonunda nefes kesici bir kızla tanışıyor. Ayşıl güzel ve zengin bir kızdır. Ve bir mucize olur, o da Selim’e tutulur: neredeyse iki misli yaşına, kilolarına ve huysuzluğuna rağmen!...Ama Selim bu aşka bir türlü güvenmeyecek ve önünde açılmış duran mutluluğa dalmayı beceremeyecektir. Görüldüğü gibi ana tema ilginç: kendisinden çok yüksekte gördüğü birine aşık olan bir adam, hele aşkı karşılık görürse, ne yapar? Bu aşka hiç layık olmadığını bildiği için kaçmayı mı yeğler? İyi giyinme çabasına karşın giyinemez, kirpiklerini boyasa da daha yakışıklı olmaz, önce bir büyük engel gibi gözüken anne ikna olsa da, bu kez o rahat edemez... Kısacası aşk dediğimiz ve tariflere sığmayan o büyük olayın farklı ve özgün bir yüzü.. Bu özgünlük, Günaydın’ın kendi yazdığı kimliğe uyumuyla birleşerek filmi götürüyor. Keşke mizah yanı daha beslenseydi, keşke şöyle bir değinilen dizi yapımcılığı konusu biraz daha tiye alınsaydı, keşke diyaloglar daha keskin olsaydı, keşke ikinci yarı ağırlaşmasaydı.... Bu keşkeler bitmez...Ama sonuç olarak, film rahatlıkla izleniyor, oldukça da güldürüyor. Genç yönetmenin özellikle kalabalık sahnelere hakimiyeti kusursuz. İster iç, isterse dış mekanlar olsun, ister bir çekim seti, isterse Galata köprüsü olsun: o kalabalık bir figürasyoniu gayet iyi yönetiyor. Ve havadan çekimlerin de katkısıyla, İstanbul’u bir rüya-şehir olarak sunuyor. Yan oyunculardan, her eve lazım bir annede deneyimli Füsun Demirel ve Yılmaz Erdoğan benzeri Yılmaz’da Ersin Korkut da çok hoş. Güzel Leyla Lydia Tuğutlu’ya hoşgeldin derken, ‘süreç’ten nasılsa vakit bulup konuk oyunculuk yapan Şevket Süreyya Önder’i de hatırlatalım!..
SİYAD- Sinema Yazarları Derneği, yılın en iyi yabancı filmlerini seçti. Ben geçen hafta on filmlik kendi kişisel listemi vermiştim. Ortak liste elbette hayli farklar taşıyor. Doğal olan da bu değil mi? İşte yazarların ülkemize gelenler arasından seçtiği 2014’ün en iyi 20 filmi:
1- İki Gün ve Bir Gece/ Dardenne Kardeşler 2- Muhteşem Güzellik/ Paolo Sorrentino 3- Inside Llewyn Davis -Sen Şarkılarını Söyle/ Coen Kardeşler 4- Büyük Budapeşte Oteli/ Wes Anderson 5- Nightcrawler -Gece Vurgunu/ Dan Gilroy 6- The Wolf of Wall Street- Para Avcısı/ Martin Scorsese) 7- İnsanları Seyreden Güvercin/ Roy Andersson 8- Gloria/ Sebastian Lelio 9- Sils Maria- Ve Perde/ Olivier Assayas 10- Interstellar- Yıldızlararası/ Christopher Nolan) 11- Dallas Buyers Club- Sınırsızlar Kulübü/ Jean-Marc Vallee) 12- Her –Aşk/ Spike Jonze 13- Sadece Aşıklar Hayatta Kalır/ Jim Jarmusch 14- Gone Girl- Kayıp Kız/ David Fincher 15- Çocuk Pozu/ Calin Peter Netzer 16- Le Passe- Geçmiş/ Asghar Farhadi 17- The Broken Circle Breakdown- Kırık Çember/ Felix Van Groeningen 18- Meydan/ Jehane Noujaim 19- Dünyada 20.000 Gün/ Iain Forsyth, Jane Pollard 20- Hobbit: Beş Ordunun Savaşı/ Peter Jackson