30 yıl önce aralık ayının son haftasında Sovyetler Birliği resmen dağıldı.
Ben o yaz üniversiteden mezun olmuş, bir yıldır gidip geldiğim Milliyet'te tam zamanlı çalışmaya başlamıştım.
Türkiye hiç vakit kaybetmeden Sovyetler'den ayrılan ülkeleri tanıyan ilk devletlerden biri oldu. Ankara bürosunun en kıdemsizi olarak, bu ülkelerden gelen ilk heyetlerin karşılanmasını izlemek üzere Esenboğa'da çok vakit geçirmişimdir.
Birkaç yıl sonra, zaman zaman görüştüğüm bir Rus diplomat bana, "Barçın hanım Türk hükümetinin (şimdi hatırlamıyorum, Rusya'nın uzak bir köşesindeki) falanca bölgedeki filanca Türk boyu ile ilgili politikası nedir" diye sordu.
Bahsettiği bölge ve oradaki Türk topluluğunun varlığını ilk kez duyuyordum. Bozuntuya vermedim ama olanca samimiyetimle, "Bay Aleksei, ben Türk hükümetinin bahsettiğiniz spesifik bölgedeki spesifik toplulukla ilgili spesifik bir politikası olduğunu pek sanmıyorum," dedim.
Ve daha o zaman, Rusya'nın "near abroad - yakın dışarısı" şeklinde ifadelendireceği, eski Sovyet coğrafyasını çok sıkı takipte tutacağının farkına vardım.
Açıkcası başkalarının bu farkındalığa varmaları bir miktar zaman aldı.
Tabii Sovyetlerin dağılması, demir perdenin çökmesi sadece Türkiye'de değil, dünyada öforik bir dönem başlatmıştı. "Adriyatikten Çin Seddi'ne 21. yüzyıl Türklerin yüzyılı olacak," söylemi siyasetçilerin dilinden düşmedi.
Türkiye o dönem hızlı karar alarak, "Türki cumhuriyetlerle," ilişkileri geliştirmeye koyuldu. Başlangıçta iyi niyetle bağımsızlığını yeni kazanan bu "genç" devletlere bir abi gibi yol gösterici rol oynamak istedi. Etnik bağlar nedeniyle de bu coğrafyaya hızlıca nüfuz edebileceğini sandı. Ancak iyimserlik sarhoşluğu kısa sürede realitenin duvarına çarptı.
İki sorun belirdi. Birincisi bu arkadaşlar daha yeni bir abiden kurtulmuşken ikinci bir abinin boyunduruğu altına girmek istemiyorlardı. İkincisi ise, kurtulduklarını sandıkları abi aslında hâlâ etkisini hissettiriyordu.
Her daim ihtiyatlı Dışişleri, iddialı hedeflere zaman zaman kendi de yenik düşse de, gerçeklere çabuk uyum sağlamaya çalıştı. Aynı durum, istihbarat dahil, devletin diğer kademeleri için geçerli olmadı. Başlarda Türkiye'ye ciddi itibar kaybettiren iş dünyası da dahil bu coğrafyada rahatça at koşturabileceğini sananlar, yüzyıllık Rus mirasına çarpıp tırın tırın geri dönmek zorunda kaldılar.
Sonuçta ekonomik imkanları ve yumuşak gücü o dönem o kadar gelişkin olmayan Türkiye, Türk dünyasının birliği hayallerini de bir yana bıraktı ve ilişkiler o ülkelerdeki rejimlerin otoriter yapısı nedeniyle de durağanlaşmaya başladı.
Bu süre içinde sayısını hatırlayamadığım kadar çok ikili ve çok taraflı anlaşmanın imzalandığına dair haber yaptım. Bu anlaşmaların önemli bölümü kağıt üzerinde kaldı. Türkiye Kazakistan ve Türkmenistan olmak üzere Orta Asya'nın enerji kaynaklarını Batı'ya kavuşturarak, önemli bir enerji hubı olacaktı. Bu hedef, anca Azerbaycan'dan gelen doğal gaz ve petrol hattı sayesinde o da kısmi olarak gerçekleşebildi.
AK Parti'nin iktidara geldiği ilk yıllarda Orta Asya geri planda kaldı. AK Parti siyasi önceliğini Batı'ya, ideolojik önceliğini ise Arap - İslam coğrafyasına verdi. Belki de alanı Gülen hareketine bırakmayı tercih etti. Zira, Gülen hareketi AK Parti'nin gelişinden çok önce Orta Asya'ya derinlemesine nüfuz etmeyi başarmıştı. Şimdi tabii AK Parti pişmanlık içinde; terör örgütü olarak ilan ettiği cemaat günümüzde özellikle Kırgızistan ve Kazakistan'da hâlâ güçlü mevcudiyetini koruyor.
AK Parti iktidarı döneminde olukça durağan seyreden ilişkilerin canlanıp, Orta Asya'ya ilginin son dönemlerde kabarmasını gerek Avrupa gerekse Arap - İslam alemiyle ilişkilerin bozulmasına bağlayabiliriz. Tabii işin bir de gayri resmi koalisyon ortağı MHP vesilesiyle milliyetçi tabana seslenme boyutu da var.
Ancak denebilir ki, tam da MHP'nin varlığı AK Parti'nin Türk dünyasına dönük siyasetinin Rusya ve Çin'de daha fazla alerji yaratmasına neden oluyor.
Bunun son örneğini kasım ortasında İstanbul'da toplanan 8. Türk Konseyi'nde yaşadık.
Geçtiğimiz 30 yıl içinde Orta Asya cumhuriyetlerini işlevsel bir platform altında bir araya getirmek mümkün olmamıştı.
1992'de başlayan "Türk Dili Konuşan ülkeler Devlet Başkanları zirveleri," ancak 2009 yılında Türk Konseyi olarak bilinen yapıya dönüşebildi. Bu çok taraflı yapıya iki ülke hep mesafeli kaldı; biri Özbekistan, diğeri Türkmenistan.
Özbekistan'la ilişkiler (muhalif liderlere Ankara'nın kucak açtığı gerekçesiyle) donma noktasına gelirken, Türkmenistan ise BM'de onaylattığı tarafsız ülke statüsü nedeniyle uzak durdu. Türk Konseyi'nin geçen ay isim değiştirerek, Türk Devletleri Teşkilatı olarak resmen bölgesel bir örgüte dönüşmesi için 12 yıl beklemek gerekti. Bu arada Özbekistan'la ilişkiler yumuşarken, Türkmenistan da nihayet gözlemci statüsünü almaya ikna oldu. Kazakistan'ın önerisiyle hazırlanıp benimsenen 2040 stratejik vizyon belgesinin Rusya ve Çin tarafından dikkatle inceleneceği bekleniyordu. Ancak tepki beklenmedik başka bir boyuttan geldi.
MHP lideri Devlet Bahçeli'nin zirveden birkaç gün sonra Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a verdiği "Türk dünyası" temalı harita Rus lider Putin'in sözcüsü Dimitri Peskov tarafından ti'ye alındı.
Peskov "Türk partnerlerimiz, Türk dünyası fikrini geliştiriyor. Bu normal bir şey," dedikten sonra şöyle devam etti: "Üzüntü duyabileceğim tek nokta, Türk dünyasının merkezinde büyük bir kırmızı yıldız bulunmaması. Orası (merkez), Türkiye'de değil, Rusya Federasyonu topraklarında, Altay'da, her Türk için kutsal olan, doğup yayıldıkları yerde."
Tabii Rusya'da yaşayan Türk topluluklarıyla ilgili belgesel yapmaya giden iki Orta Asya kökenli Türk gazetecinin geçenlerde gözaltına alınıp sonra serbest bırakılması Moskova'nın işi öyle çok da ti'ye almadığı gösteriyor.
Çin'in zirveye tepkisi ise çok daha sert oldu. Çin Komünist Partisi'nin yazılı organı olarak bilinen Global Times'ta yayımlanan makaleye göre, Türk Konseyi'nin isim değiştirmesi Pan-Türkizm'in yükselişinin bir ürünü, bu da bölge için risk demek; zira bu örgüt (yani Türk Devletleri Teşkilatı) aşırı milliyetçiliği tetikleyip etnik çatışmayı körükleyerek bölge istikrarını olumsuz etkileyebilir.
Tahmin edebileceğiniz gibi, makalede Sincan Özerk bölgesinde yaşayan Uygurların Türk olduğu iddiaları reddedilirken, "Uygurlar Türk dillerine ait bir dil konuşuyorlar ama onun dışında Türkiye'yle başka bağları yok," deniyor.
Zirvede yapılan isim değişikliği kuşkusuz bir özgüven göstergesi, ancak benimsenen 2040 stratejik belgesindeki hedeflerin ne kadar gerçekçi olduğu tartışılır. Rusya ve Çin'in tüylerini diken diken edecek bir işbirliği ve dayanışmanın sergilenmesi -başta Azerbaycan ve Kazakistan'ın itişmesi olmak üzere bu ülkelerin birbirleriyle yaşadığı sorunlar da göz önüne alınırsa- kısa vadede çok kolay olmayacaktır. Bununla birlikte son zirvede gözlemci statüsü için kural değişikliğine gidilerek Türk dillerinden birinin ulusal düzeyde resmi dil olmasının şart koşulmasını da not etmek gerek. Aralarından Rusya'nın da bulunduğu bir kaç ülke gözlemci olmak için resmen başvurmuş durumda. Bunun bünyesinde Türk toplulukları bulunduran ama Türk alerjisi olan Rusya, İran ve Çin gibi ülkelenin önünü kesmek için yapılığı çok açık.
Sonuçta Türkiye bu coğrafyada Çin ve Rusya'yla öyle kolayca aşık atamayacağının farkında. Yine de bu iki ülkeye alternatif bir platforma öncülük etmesi de azımsanmamalı. Her hâl ve kârda siyasileri bir kenara bırakırsak, resmi ağızlar da birilerini fazla ürkütmemek için bu oluşum için "bir dostlar meclisi, kardeşler arası platform" diye mütevazı ifadeler kullanırken, "romantizmin gerçekçi hali böyle oluyor," diyerek durumu özetliyorlar.