Ankara ile Atina'nın yeniden masaya oturma kararı almasından önce; tansiyonun yüksek seyrettiği günlerde elime geçen bir kitap sayesinde; iki ülkenin acılarla dolu geçmişinde dostluğa, iyi komşuluğa dair fazla bilinmeyen pek çok insani hikaye olduğunu bir kez daha fark ettim.
Sarpıncık Feneri adlı kitabın ana kahramanları Yunanistan'dan gelen mübadil ailelerin çocukları. İkinci Dünya Savaşı'nda geçen kurgu romanın arka planında gerçek olaylara yer veriliyor.
Bunlardan bir tanesi, Türkiye'nin İkinci Dünya Savaşı'nda Nazi işgali altındaki Yunan adalarından kaçan on binlerce Yunanlıya kucak açması. Romanda Yunan sığınmacılar için Anadolu'da çok sayıda kamp kurulduğu anlatılıyor.
"Adalardan binlerce Yunan canını kurtarmak için Anadolu'ya sığınıyordu. Çeşme'nin nüfusu gelen mültecilerle üç katına yükselmiş, her hane bir Rum aileye sahip çıkmış, evlerde, dükkanlarda, hanlarda, depolarda yer kalmayınca Ilıca'da Kızılay'ın beyaz çadırlarıyla kocaman bir mülteci kampı kurulmuştu. O yetmeyince Manisa'da Denizli'de ve daha pek çok yerde mültecilerin barındığı kamplar inşa ediliyordu" diye anlatıyor romanın kahramanı.
"Çok değil, yirmi yıl önce Anadolu'yu işgal için gelenlere bu defa kendi memleketleri işgal edildiği için kucak açan yine Anadolu'ydu" diye de ekliyor.
Tarihin bir ironisi olsa gerek; o dönem savaştan kaçanların torunlarının yaşadıkları adalarda şimdi Suriye'deki savaştan kaçanlar için mülteci kampları bulunuyor.
Sarpıncık Feneri, Bangkok'tan Eritre'ye dünyanın değişik coğrafyalarında görev yapmış olan, yakında da Hindistan'a büyükelçi tayin edilen Fırat Sunel'in üçüncü romanı.
Kitabın günümüze taşıdığı bir başka tarihi olay ise Ege'nin iki yakası arasında dostluk köprüsü kuran Kurtuluş vapurunun yardım seferleri.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Yunanistan tarihine büyük açlık olarak geçen ve yüzbinlerce kişinin ölümüne neden olan sefalete Ankara ilgisiz kalamaz.
20 yıl önce Yunan ordusuyla savaşan İsmet İnönü, Yunan halkına yardım etmek için yurt çapında kampanya başlatılmasına; gıda ve ilaç sevkiyatı yapılması için gemi kiralanmasına karar verir.
O dönemde Türkiye'de de büyük bir kıtlık yaşanmasına rağmen Kurtuluş vapuru Kızılay'ın verilerine göre 5 sefer yapıp 8 bin ton insani yardım taşır. Yunanistan'da büyük minnettarlıkla karşılanan ve efsaneye dönen Kurtuluş vapuru Ocak 1942'de yakalandığı fırtınaya dayanamayıp Marmara açıklarında batar. Kurtuluş vapurunun Marmara denizinin sularına gömülmesi her iki tarafta da büyük üzüntü yaratır.
Belgeseli de çekilen Kurtuluş Vapuru'nun hikayesi Yunanistan'da ne kadar biliniyor merak ediyorum. Peki Türkiye bu hikayenin bilinmesi için ne yapıyor?
Kızılaytarih.org adlı Kızılay'ın resmi sitesinde Kurtuluş Vapuru anlatılıyor; ancak sitede başka dilde bir çevirisine rastlayamadım.*
Aslında Yunanistan'da öylesine büyük bir Türkiye korkusu var ki; bu türden dostluk hikâyelerinin kamuoyunda yer bulması çok da kolay olmuyor.
Üstelik Türkiye'nin uzattığı barış elinin örnekleri için çok gerilere gitmeye de gerek yok. 1999'da iki ülke arasında başlayan yakınlaşma yanlış bir şekilde deprem diplomasisine atfedilir. Halbuki, iki ülke, gerilimi azaltmak için masaya oturma kararını depremlerden önce almıştı. Üstelik bu karar, Türkiye'nin Yunanistan'a suçüstü yaptığı bir dönemin hemen ardından gelmişti.
Kısa bir hatırlatma yapmak gerekirse; Ağustos depreminden 6 ay önce 15 Şubat'ta PKK lideri Abdullah Öcalan, Yunanistan'ın Nairobi büyükelçiliğinden çıkarılarak Türkiye'ye getirilmişti. Yunanistan'da kıyamet kopmuş; İstihbarat Teşkilatı EYP'nin Başkanı ile Türkiye'den hiç hazzetmeyen ünlü Dışişleri Bakanı Pangalos da görevinden ayrılmak zorunda kalmıştı. Yerine Eğitim Bakanı Yorgo Papandreou getirilmişti.
Gerisini o dönem Dışişleri Bakanlığı'nda Yunanistan-Kıbrıs Genel Müdürlüğü yapan Büyükelçi Yiğit Alpogan'ın kaleminden okuyalım:
"Öcalan'ın Türkiye'ye getirilmesini takip eden aylarda Türk-Yunan ilişkilerinde bir süre durgunluk hakim oldu. Daha sonra Bakanlığımız bünyesinde Türk-Yunan ilişkilerinin nereye gideceği, atılabilecek adımlar olup olmadığı, Yunanistan'ın terörle bu derece içli-dışlı olmasına nasıl bir tepki verilebileceği, bizim inisiyatif almamızın mı yoksa karşı tarafın beklenmesinin mi daha uygun olacağı gibi hususlarda fikir egzersizleri başladı.
Neticede Sayın Bakanımız İsmail Cem'in Yunan muhatabına Öcalan hadisesinin iki ülke arasında terörle mücadele için iş birliğinin önemini ortaya koyduğunu vurgulayan ve somut iş birliği öneren bir mektup göndermesi kararlaştırıldı."
TIKLAYIN - AÇIK TELGRAF - Büyükelçi Anıları
Mayıs ayında gönderilen mektuba cevap bir ay sonra gelir ve her iki ülke Dışişleri Bakanları 30 Haziran'da New York'ta diyalog sürecini resmen başlatırlar. Görüleceği gibi deprem diplomasisinden önce yakınlaşma süreci başlamıştı. Ağustos'ta Türkiye'de Eylül'de ise Yunanistan'da yaşanan depremlerde iki ülkenin birbirine yardım eli uzatması, zaten başlamış olan sürecin halk nezdinde pekişmesini sağlamıştı.
Burada dikkat çekici olan Türkiye'nin Yunan hükümetini net bir şekilde "suçüstü" yakalamış olmasına karşın; suç üstünü Atina'nın aleyhine kullanmak yoluna gitmemiş olması. Tersine Ankara'nın meseleye yaklaşımı "bu durumdan barışa doğru bir kapı aralayabilir miyiz" diye denemek olmuştu.
Halbuki Ankara bulduğu her platformda Atina'ya yüklenebilir, suçunu yüzüne vurup sıkıştırmaya çalışabilirdi. Ama gerginlikten beslenme yoluna gitmedi. Diyalog önerisiyle o güne kadar sorunları çözmek için masaya oturmaya yanaşmayan Atina'nın masaya oturmasının ve yaşanan yakınlaşma ile iki halkın birbirini daha iyi tanımasının yolu açılmış oldu.
Oldu da ne oldu; sorunlar çözülmediği için yine Ege'de ve Akdeniz'de gerilim yaşanıyor dediğinizi duyar gibiyim. Sorunlar çözülmemiş olabilir; buna rağmen iki ülke arasındaki yakınlaşma Ege'nin iki yakasında sorunların askeri yöntemlerle değil, diplomasiyle çözülmesi gerektiğine inanların sayısının artmasına hizmet etti. Bu da bence az bir kazanım değil.
* Yazının yayınlanmasının ardından, İşte geliyor kurtuluş; Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı’nda Yunanistan’a yardımları, (1940-1942) adlı kitabın Yunanca çevirisiyle çift dilde basıldığı dikkatime getirildi. Elçin Macar tarafından kaleme alınan kitap İzmir Ticaret Odası Kültür, Sanat ve Tarih yayınevi tarafından 2013’te basılmış.