Türk Sanayici ve İşadamları Derneği'nin (TÜSİAD) 19 Ocak'ta yapılan 42. Genel Kurulu'nda seçilen yeni Yönetim Kurulu'nun 2012 programına ilişkin basın toplantısı, bana iş dünyasından ziyade medyanın durumunu düşündürdü. Zira meslek hayatımda ilk kez, iş dünyası basın ve ifade özgürlüğü konusunda kaygılarını dile getirirken, Türkiye'nin bu tür sorunları olmadığı mesajını veren bir gazeteciliğe tanık oldum.
Bugün medyada aslında hangi kesimin daha ciddi bir ifade özgürlüğü sorunu içinde olduğu sorusuna da önemli bir yanıt içeren bu tanıklıktan aşağıda söz edeceğim. Ancak önce, TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Ümit Boyner'in konuya ilişkin açıklamalarını özetlemem gerekiyor. Boyner'den uzun bir alıntı yapacağım ki, bazı gazetecilerin neye karşı çıktığını birlikte anlamaya çalışalım. Dileyen okur, ''Bazı gazetecilerden Boyner'e itiraz'' ara başlığına kadar alıntı bölümünü atlayabilir.
Boyner, “TÜSİAD'ın 2012 yılı programı”nı açıklamak üzere düzenlenen basın toplantısını “Türk basını için kolay olmayan bir dönemden geçtiğimizi biliyoruz” sözleriyle açtı. Gazetecilere, toplantıya katılımları nedeniyle teşekkür ederken bu ifadeyi kullanan Ümit Boyner'in konuşması basın ve ifade özgürlüğü, MİT krizi, uzun tutukluluk süreleri ve “gücün hukukuna dönüş” konularında önemli vurgular içeriyordu. Boyner'in, hukuk ve demokrasi standartlarına ilişkin sözlerini şöyle özetleyebiliriz:
Türk basını için kolay olmayan bir dönemden geçtiğimizi biliyoruz. Bizim için sizin açık olmanız önemli. Demokrasilerde meslek dışı baskılar altında kalmayan, ifade özgürlüğü ortamında hareket edebilen, araştırma yapabilen basın çok önemli. Demokrasi açısından en önemli güçlerden biri özgür ve tarafsız medya, bunu çok önemsiyoruz.
Ümit ediyoruz ki; Türkiye'de ifade ve basın özgürlüğü aslında ileri demokrasiye yakışacak şekilde ileri derecede gelişir. Ama bizlerin zaman zaman yaptığımız açıklamalara yansıdığı gibi, bu konuda bazı kaygılarımız var. Sizlerin (gazetecilerin) kaygılarına katılıyoruz.
TÜSİAD olarak ilkesel hedeflerimiz, referans aldığımız değerler açık toplum, müreffeh toplum ve demokrat toplum. Bunlar iç içe geçmiş değerler. Bir toplumda demokrasi olmmazsa açık toplum olmasına imkân olmaz... Bu üç hedefin her biri Türkiye için de referans olmalıdır.
2000'li yılların başından itibaren Türkiye ciddi bir demokratikleşme atağına kalktı, ama bugün geldiğimiz noktada demokratikleşme adına yaşadığımız birtakım krizlerde maalesef geldiğimiz yolun bir arpa boyu kadar olduğunu da itiraf etmek zorundayız.
Hukuk güvenliği hayatımızın her veçhesini etkiliyor. Hukuk güvenliği, adalet, adalet duygusu ve yargı reformu Türkiye için çok önemli...
Avro bölgesinin yaşadığı sıkıntılar bizi tehlikeli bir noktaya getirdi. Sadece Türkiye değil global anlamda böyle bir tehlikeden bahsediyorum; demokratik standartlardan refah için vazgeçme eğilimi... Yani daha merkeziyetçi bir devlet, daha kalitesiz bir demokrasi. Hindistan ve Çin hep örnek olarak önümüze sunuluyor. '“Türkiye için Avrupa'nın Çin'i olsun'' deniyor, özellikle AB krizi gündeme getirilerek, demokratik standartlar çok mu önemli refah ve istikrar sürdüğü müddetçe, soruları ile daha sık karşılaşır olduk. Biz bunun nafile bir tartışma olduğunu düşünüyoruz. Belki geçici bir süre refahın, size getirdiği rehavete kapılabilirsiniz, ama o sırada çok önemli ve zorluklarla elde edilmiş demokratik standartları geri getirmeniz çok zor olabilir.
Hindistan bir kast sistemidir, gelir farklılıklarının olduğu. Çin, keza otoriter, gayet merkezi bir sistem. Bunlar Türkiye için hedef olamaz. Türkiye'nin yeri orta halli orta demokrasili bir ülke olmak değildir.
Bir anayasa komisyonumuz var. Biz esasen burada topun siyasetçilerde olduğunu düşünüyoruz. Biz bugüne kadar birey odaklı, özgürlükçü, yepyeni bir anayasa dışında siyasetçilerden yeni anayasayla ilgili somut bir şey henüz duymadık. Açıkçası bunu bekliyoruz.
Anayasaya kadar önemli, hatta belki daha önce güven arttırıcı önlem dediğimiz birtakım konular var Türkiye'nin gündeminde... Bir tanesi, biz tekrar bireyin özgürlüğü ve bireyin hukuk güvenliği konularına dönmeliyiz diye düşünüyorum. Aslında yargıda yapılacak reform, bireyin hukukunu ve özgürlüğünü öne alan bir yargı reformu ifade özgürlüğü ile ilgili yapılacak düzenlemeler ve Siyasi Partiler ve Seçim kanunlarının daha şeffaf, daha hesap verebilir bir noktaya taşınması Türkiye'nin önünü anayasadan önce bile açabilecektir diye düşünüyoruz.
TÜSİAD yargı reformundan aslında iki şey anlıyor. Yargı reformu devlet kurumları arasında yetki ve güç paylaşımının düzenlenmesi olduğu kadar vatandaşların temel haklarının ve kaliteli yargı hizmetinin güvenceye alınması olarak anlıyoruz. O açıdan yargı reformuyla ilgili beklentilerimiz büyük.
Türkiye 2000'li yılların başında, özellikle AB sürecinin gündeme gelmesiyle bir reform heyecanı yaşadı, sivilleşme alanında önemli adımlar attı. 2008 yılıyla birlikte devlet içindeki çetelerin ortaya çıkarılması, bunların hesap vermesi konusunda bir arınma başlıyor heyecanına toplumun büyük bir çoğunluğu katıldı. Ama geçtiğimiz dönem içinde öyle tartışmalar yaşamaya başladık ki... Özellikle bu arınma süreci evrensel hukuk kuralları içinde mi gerçekleşiyor? Bu soruya cevap veremedikçe veya bu sorunun cevabı netleşmedikçe toplumda kaygının ve biraz bu sürece inancın azaldığını maalesef görüyoruz.
Hukukun üstünlüğünden günden güne uzaklaşan bir tabloyla karşı karşıyayız. Bizler de sıradan vatandaşlar olarak devlet içindeki erkler kavgasının nereye bağlanacağını biraz dehşetle ve güvensizlik duygumuz artarak izliyoruz. Güvensizlik duygusunun kaynağını hukukun işlememesine, adaletin yerini bulmadığı inancına, hukukun gücünün değil, gücün hukukunun bir kez daha ön plana çıkmasına bağlıyoruz.
Tabiri caizse bir süredir gazeteciden, devlet memuruna, güvenlik görevlisinden, öğretim görevlisine kadar çok sayıda insan, birçok vatandaşımızın gözünde kim vurduya gidiyor. Sistemin içine bir giriyorlar, daha sonra haber alabilirsen al. Süreç son derece yavaş işliyor. Kamuoyu olarak neredeyse bir gölge oyunu seyrediyoruz. Bu seyrettiklerimiz içinde gördüklerimizin hangi gerçekliği yansıttığını anlamak için de gerekli malzemelerden biz yoksunuz kamuoyu olarak. Bu güvensizlik ve savrulma toplumda kamplaşmayı, ötekileştirmeyi arttırarak aslında toplum olarak bünyemize bir zehir olarak akıyor. Arınmaya gerçekten ihtiyacımız var. Devlet içindeki yasadışı örgütlerin temizlenmesi çok önemli... Bunun kadar önemli iki nokta daha var, onların da altını çizmek istiyorum. Birincisi yargı ve adalet sistemimizin bir an önce evrensel hukuk kriterleri çerçevesine oturması ve sürecin bundan sonra bu şekilde işlemesi... İkincisi; vesayet sisteminin sadece sivilleşme yoluyla bitmesi değil, devlet içindeki erklerin görev ve sorumluluklarının daha net ve hukuk normlarına, şeffaflık ve hesap verebilirlik değerlerine uygun hale gelmesi...
Demokrasilerde en önemli referans hukuk devleti ve adalete duyulan güvendir. Türkiye'de demokrasi ve hukuk güvenliği için gerekli temel yasalar bugün hâlâ yazılmış değil. Eşitlik ve özgürlük ileri demokrasi standartlarında olmadığı gibi devletin görev alanı da net değil.
Biz TÜSİAD olarak kayıtsız şartsız seçilmiş hükümetin ve parlamentonun siyaset üretme hakkından yanayız. Ancak mevcut sistemde hukuk devleti, hukukun üstünlüğü ve hukukun usulü konusunda geldiğimiz bu tıkanmış noktada, MİT veya diğer devlet görevlileri için kanun çıkarmak maalesef durumsal bir yöntem. Ve hesap verme zorunluluğunun, şeffaflık açısından geliştirilerek bir hukuk normu haline getirilmesi gerekiyor. Sistemin, bir demokratik hukuk devleti inşa etme üzerinde dönüştürme amacına da yeteri kadar hizmet etmediğini, mutlaka geliştirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Özel yetkili mahkemelerle ilgili kanun hükümlerinden Terörle Mücadele Yasası'na kadar topyekûn bir hukukun üstünlüğü, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde hukuk anlayışını yansıtacak kanun metinlerini yazma, özgürlük alanlarını da 'ama'sız açma yönünde bir seferberlik başlatmak zorunda olduğumuzu düşünüyoruz... Önümüzdeki dönem için TÜSİAD'ın Türkiye için ana vizyonu; gücün hukukunun değil, hukukun gücününün hakim olduğu demokratik bir devlet, müreffeh ve açık bir toplumdur.
Boyner'in konuşmasından sonra TÜSİAD Yönetim Kurulu üyelerinin yaptığı sunumun soru-cevap bölümü ilginçti. Zira bazı meslektaşlar Boyner'in sözlerine katılmadıklarını, bazıları da dile getirilen demokrasi sorunlarının eskiden beri var olduğunu dile getirdiler.
Sabah gazetesinden bir meslektaşımız, Boyner'e, ''gücün hukuka üstünlüğü“ başta olmak üzere dile getirdiği sorunların ''bu döneme özgü kaygılar mı olduğu'' sorusunu yöneltti.
Cevabına ''Ben yeteri kadar açık konuştuğumu düşünüyorum“ sözleriyle başlayan Boyner, konuşmasındaki nüansa dikkat çekti ve gücün hukukunun ''yeniden'' gündeme geldiğini söylediğini hatırlattı. Eskiden beri süren erkler kavgasının Türkiye'yi bir mayına çarptırdığını, devlet içindeki kavganın kamuoyunda kutuplaşmaya ve güvensizliğe neden olduğunun inkâr edilemeyeceğini ekledi.
Zaman gazetesinden bir meslektaşımız, iktidar için bile sorun olmaya başlayan özel yetkili mahkemelere Boyner'in yönelttiği eleştirilere karşı çıktı ve '' İtalya'daki gibi süper savcılar olmadan devlet içindeki çeteler çözülebilir mi'' dedi. Aynı meslektaş, Boyner'in ''vatandaşın gözünde kim vurdu'ya getirildiğini'' söylediği insanların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurabileceğini de ekledi!
Çetelerle hukuk içinde mücadele edilmesi gerektiğini yineleyen Boyner, uzun tutukluluk süreleri konusunda birçok insanın duygusunu dile getirdiğini vurguladı.
Boyner'e karşı cepheden yöneltilen soru, Aydınlık gazetesi muhabirinden geldi. Bu meslektaş da, Wikileaks belgelerine göre Türk emniyetinin ABD Büyükelçiliği'ne brifing verdiğinin ortaya çıktığını, ancak Emniyet Genel Müdürlüğü'nün bu brifingden haberdar olmadığını açıkladığını belirtti. Brifingi veren emniyetçilerin ''etkili bir cemaat'' mensubu oldukları mesajını veren meslektaş, Boyner'e ''Emniyet içinde de bir çetenin varlığından söz edilebilir mi'' sorusunu yöneltti.
Boyner, bir sivil toplum kuruluşunda bu konuda bilgi olamayacağını belirtti, ancak toplumdaki algıların da önem taşıdığını kayda geçirdi.
Dikkat ederseniz, örneklerini aktardığım sorular, merakla cevap arayan sorular değil. Daha doğrusu, ''Biz cevabı biliyoruz da siz ne diyorsunuz“ tonlaması taşıyan sorular bunlar.
Boyner'in söz ettiği kutuplaşmayı TÜSİAD'ın basın toplantısındaki tutumlarıyla teyit eden bazı gazetecilerin soruları, Türkiye'deki basın özgürlüğü sorunlarının biraz ihmal edilen mağdurları üzerinde de düşündürdü beni.
Bir gazeteci; sadece protesto hakkını kullanan öğrencilerin ve çevrecilerin bile ''terör örgütü' üyeliği'' suçlamasıyla tutuklandığı, bazılarının yaklaşık iki yıl boyunca hapsedildiği bir ülkede demokrasinin derinleştirilmesini talep eden bir konuşmaya, ''eskiden yok muydu, süper savcılar olmazsa çeteler nasıl ortaya çıkacak'' tavrıyla neden şerh düşer?
Sorunun cevabı, basın ve ifade özgürlüğü konusunda iktidara yakın medyada çalışan gazetecilerin içinde bulunduğu mağduriyetin ciddi olduğunu gösteriyor. İş dünyasının bile ''gazetecilerin kaygılarını paylaşıyoruz'' açıklaması yapma ihtiyacı hissettiği bir süreçte dile getirilen bütün demokrasi sorunlarını ''çetelerle mücadele'' teziyle bahanelendirmeye çalışan bir gazetecilik tavrı, bence bu mağduriyetten kaynaklanıyor. İktidara yakın medyada çalışan birçok gazeteci, çatısı altında bulundukları kurumların demokrasi ve hukuk sorunlarına karşı kayıtsız tutumlarını ''çetelerle mücadele'' söylemiyle rasyonalize etmeye çalışıyor.
İktidar ile iktidar etkisi altındaki medyanın, Türkiye'de basın ve ifade özgürlüğü sorunu olmadığını öne sürerken dile getirdiği ''hükümeti kıyasıya eleştiren gazete ve gazeteciler yok mu'' savunmasına önemli ölçüde katılıyorum. Zira, kendisini özgürce ifade etmek bir yana, temel hak ve özgürlük ihlallerini bile bir dizi bahaneyle gerekçelendirmeye çalışan gazeteciler muhalif değil, daha çok muvafık basın cephesinde!
Türkiye'de medya, bir kez daha, gelecekte çok utanacağı bir icraatın içinden sesleniyor...