Geçen hafta bir şey kaybettim. Küçük ama kocaman, yeni ama alışılmış, sürprizli ama beklenen, yarım ama sahiplenilmiş...
İki haftalık yokluğum, ihmalden değil, ahvaldendi diyerek başlamalı söze… Geçen hafta bir şey kaybettim. Küçük ama kocaman, yeni ama alışılmış, sürprizli ama beklenen, yarım ama sahiplenilmiş... 13 hafta önce bedenime, varlığını öğrendikten sonraki 9 hafta boyunca da kalbime azar azar yerleşmiş, minicik, eksik bir hayat parçası... Sağlıklı büyümediği, sürprizli merhaba'sının beklenmedik bir vedaya dönüşmesi gerektiği söylendi. Devam edemeyecek kadar ufak, ama bir anda koparılıp alınmasının bana zarar verme riskiyle de, oldukça büyükmüş içimde oluşan minik yıldız... Bir de tutundu ki hayata, gencecik bünyemden güç alıp bir de direndi ki ilaçlara, yanımda olsanız elimi daha bir sıkı tutardınız. Tuttular. Eşim, annem, babam, bütün ailem, bütün ailemiz, can dostlar elimi hiç bırakmadılar. Vedalaştık sessizce. Önceleri, bazen eski zamanların dirayeti kendinden menkul, hayata karşı tevekküllü kadınları gibi dimdik ve mağrur; bazense şimdiki zamanların, duygularını apaçık eden, hissettikleri, anında, gözlerinden yaş, dudaklarından söz olarak dökülen kadınları gibi med-cezirli ve avaz avazdım. Şimdi, her zamanki gibi umutlu, iyimser ve dinginim. Şimdi, biliyorum ki; yaşımla, yaşadıklarımla, varlıklarımla çok şükür, tüm mümkünlerin kıyısındayım. Sırlı aynalara apaçık gülümsüyorum. Yeni takvim sayfalarına yeni müjdeler diliyor, dilek ağaçlarına birçok farklı sevinçleri besleyen çaputlar bağlıyorum. "Hayırlara yormayı" yaşantımıza içreleyen eskilere selam ediyor, her şeye karşın ve her şey için şükrederek hayata dönüyorum. Geçirdiğim güç ve yorucu süreç yeniden gösterdi ki; o oyunbaz, cüretkar, şaşırtıcı zaman, hem güçlü bir ilaç, hem inatçı bir hüküm koyucu yaşamlarımıza. Zamanı gelmeyen yaprak, düşmüyor dalından hayata… Üstelik zaman, sadece insanların, olguların ve yaşantıların değil, koskoca kurumların, ulusların bile kaderini tayin edebiliyor bazen. Hazırlıksız yakalanmalara göz yummuyor; olanakları yetmeden olmaya çalışmalar, eksik ve sonuçsuz kalıyor. Bu zor haftaların, hastane odalarının, gül yüzlerinden öpülesi aile-dost yanı onarılmalarının ardından, evime, eşime, işime dönmek üzere yola çıktım. Türk Hava Yolları’nın, düşük bilet fiyatıyla yeni tarifeler oluşturmak üzere kurup pazarladığı Anadolu Jet filosuyla ilk uluslar arası uçuşumu, İstanbul aktarması yapmadığı için ne de uygun olduğunu düşünerek, Ankara’dan Amsterdam’a yaptım. Gördüm ki bu yeni oluşum, bilet fiyatlarına çok da yansımadığı halde üstelik, daracık koltuk aralıklı rahatsız uçaklarla, kötü bir yemek servisiyle, uzun rötarlarla ve hatta hosteslerin, çok daha az gülümseyen yüzleriyle yapılıyor. Gördüm ki 149 kişi kapasiteli uçuşun ardından, 100’den fazla yolcunun bagajlarının uçağa yüklenmesi unutulmuş; biz Amsterdam’da dakikalarca bagaj beklerken, bagajlar Esenboğa ayazında, kendi aralarında muhabbet etmekteler! Geçen haftayı metanetle tamamlamışım; gelmeyen bavula mı üzüleceğim?! Üzülmedim o kısmına. Ne zaman ki eksik gelen parçalar için form doldurup Schiphol Havalimanı’nda başvuru yapacaksınız dediler; o zaman afalladım asıl, etrafımdaki “memleketimden insan manzaraları”na. Form doldurup bir an önce kendimi dışarı atma çabasındayken, onlarca yolcunun, Avrupa’ya yıllar önce göç etmiş; prestijli AB pasaportlarını, nasılsa, bir şekilde edinmiş; burada, özyurtlarındaki yokluklardan dolayı kendilerine yeni hayatlar kurmuş Türk gurbetçisinin, formlar İngilizce/Hollandaca olduğu için bile değil, Türkçe olarak da okuma yazma bilmedikleri için formları dolduramadıkları ortaya çıktı. Kendi formumu doldurduktan sonra, başka bazı dil ve okuma yazma bilen genç yolcularla birlikte yardım etmeye çabaladığım teyze ve amcaların, sırasız ve bol bağırış çığırışlı bir kaos içinde, adres ve telefon numaralarını formlara doldurmaya çalışırken boğazıma düğümlenen dev yumru, dallarında solan zamansız yaprakları, aklıma yeniden düşürdü. Geçen hafta Hollanda koalisyon hükümetinde güçlü bir yer edinen, bir yandan da ırkçılık nedeniyle kendisine açılan davalarda, Müslüman göçmenlere karşı düşmanlığını, 1.4 milyon seçmeninin de desteğini bangır bangır ardına alarak savunan Geert Wilders aklıma geldi. Irkçılığın hiçbir türlüsünü, hümanizmin, demokrasi, insan hakları ve hukukun, aklın ve mantığın hiçbir köşesine yerleştiremesem de, kendi insanımın bu çağdışı, bu çaresiz, bu yoksun ve eğitimsiz halinden, çok büyük üzüntü duydum. İstanbul’da, birebir eşleştirme ile 100 bin öğretmenin 100 bin kadına okuma yazma öğreteceği eğitim seferberliği kampanyasını; bu güzel çabaların ne denli olumlu olsa da, son derece yetersiz olduğunu düşündüm. Meydanlarda, “almayacaksanız almayın kardeşim” türünden, asla onaylanamaz söylemleriyle, adeta çim sahada karşı mahallenin futbol takımına serzeniş edercesine Avrupa Birliği’ne bağıran hükümeti; “IMF paketinin dışında da yuvarlanıp gidiyoruz” temalı, yandaş medya ağızlı abes büyüklenmeleri; Uluslararası İş Forumu’nda başbakanın sunduğu, kırk yıllık hatırı olan Türk kahvesi çağrışımlı büyüme rakamlarını dinleyen Müsiad üyesi iş insanlarını, bu tablonun farklı köşelerine yerleştirdim. Parçalar bir araya gelince, yurtça, önümüzde uzanan kapkara, çatallı, uzun ve meşakkatli yollar, gözüme çok, çok zor alınır göründüler. Hızla ve rekabetle uzanan yıllar, şu anda ne yazık ki zamanda ilerlemeye değil, süresiz ve sürekli ertelemeye işaret etmekteler. Üstelik, bunu görmesi gerekenler ortak çözümler üretmek şöyle dursun, yalnızca iktidarlarını koruma ve ideolojilerini, tüm kurumlara, derinden yerleştirme peşindeler. Bekliyor ve susuyoruz. Halimiz yaman, ilacımız bilmem ne zaman…