Yayınevi ile yazar ilişkisi çoğu zaman sıkıntılı bir süreci ifade eder. Hatta bazı yazarlar yaşarlarken kitaplarını bastıramamıştır.
Günümüzde ise, kitabın diğer ticari metalardan bir farkı kalmamıştır. Kitap, süpermarketlerde Omo’nun yanında yerini almıştır. Bu, hem çoğu yayıncı için böyledir, hem de bazı yazarlar için. Uluslararası kitap pazarına girebilmek için piyasaya yönelik yazmak, o da yetmez, bunu küresel ölçekte pazarlamak gereklidir.
Bu yazıda edebiyat çerçevesinde yayıncılık yapan yayınevlerini konu alacağım. Çünkü yayınevlerinin çerçevesi ve misyonu çok geniş. Siyasi, dinsel ya da herhangi bir misyon taşıyan ve bu iddia ile yayıncılık yapan yayınevlerini bir yana bırakırsak, yayıncılık ticari bir faaliyettir. Misyon taşıyan yayınevlerinin ölçüsü kitaplarının çok satması –elbette satmasını da isterler- değildir, daha çok edebiyat, idealin bir parçası olarak hizmet eder bu durumda.
Banka ya da büyük holdinglerin yan kuruluşu olarak yayıncılık yapan yayınevlerinin ise para sorunu yoktur. Bunlar zarar etseler dahi, tıpkı reklama ayrılan bütçe gibi bir bütçe almaya devam ederler. Çünkü yayıncılık bunlar için holding ya da banka reklamının bir parçasıdır.
Bazı orta ya da küçük ölçekli bağımsız yayıncılar ise, yayıncılığı bir insan hakları savunuculuğu, bir tabu kırıcılık anlamında yaparlar. Böylesi yayıncılık, aynı zamanda bir demokrasi mücadelesidir.
Yayıncılar gerçekten edebiyattan anlıyorları? Elbette yayıncılar içerisinde edebiyatın ne olduğunu bilenler vardır, ancak bunların sayısının çok fazla olmadığını düşünüyorum. Ticari ya da bir misyon faaliyeti olduğu için, yayıncının hangi kitabı yayınlayıp yayınlamayacağını seçme hakkı vardır. Genelde büyük yayınevleri yazarın kitabını basmayı reddettiğinde gerekçe belirtmez, yazara nazik kısa bir not yazarlar. Doğrusu da budur, yayıncı edebiyat eleştirmeni değildir ve haddini aşmamalıdır. Kendisini dev aynasında görüp, yazara karşı ukalalık yapan yayınevi editörleri az değildir; bunlar zaten yazara telif ödemedikleri gibi bir de ukalalık yapar, hadlerini aşarlar. Oysa birçok kez yayıncının reddettiği kitaplar, edebiyat dünyasında yer edinmiş, başarı kazanmışlardır.
Bır İngiliz vatandaşı, ünlü yazar Jane Austen’ın bir kitabını bilgisayarda yeniden dizer ve kendi adını koyarak 13 büyük yayınevine basılması için gönderir. Sonuçta bu kişi, bütün bu yayınevleri tarafından reddedilir. İşin acı tarafı, hiçbir yayıncı dünya klasikleri arasında gösterilen bu kitabı tanıyamamıştır. Sadece bir yayıncı, “Űslubunuz Jane Austen’ı andırıyor.” demiştir.
Çoğu yayıncının edebiyat ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bu işi para kazanmak için yaparlar ve kitapları da karpuz seçer gibi seçerler. Misyon yayınevleri ise kendi dünya görüşlerine tıpatıp uyan kitapları seçerler. Oysa edebiyat, propagandanın basit bir aracı değildir.
Bazı büyük yayınevlerinin editörleri, çevirmenleri ve danışmanları vardır. Fakat böyle çalışan yayınevi sayısı sınırlıdır. Küçük ve orta ölçekli yayınevlerinin böyle çalışabilecek güçleri yoktur.
Japon asıllı bir Brezilya vatandaşı olan Oscar Nakasato, Japon göçmenlerinin Brezilya’ya gelişini anlattığı “Nihonjin” adlı ilk romanını bitirdikten sonra, birçok yayınevine gönderir. Bir süre sonra ise başvurduğu bütün yayınevleri tarafından reddedilir. Yazar, kitabını bastıramayınca, roman yarışmalarına katılmaya karar verir. Ve romanını Brezilya’nın en prestijli ödülü olan Jabuti Edebiyat Ȍdülleri Yarışması ile yine Brezilya’nın en büyük zincir kitabevinin düzenlediği roman yarışmalarına yollar. Ve yazar bu romanıyla her iki yarışmada da 2012’nin en iyi romanı ödüllerini kazanır. Daha sonra kitabını büyük bir yayınevinden bastırır. Görüldüğü gibi, Jabuti edebiyat ödüllerinin jürisi edebiyattan anlayan insanlardan oluşmaktadır. Yayınevlerinin editörleri için ise aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Edebiyattan anlasalar idi, en azından bir yayınevi bu kitabı basmaya talip olurdu.
Böyle yüzlerce, hatta binlerce örnek vermek mümkündür.
Ahmet Altan bir söyleşisinde, “İyi bir romanı toprağa gömseniz bile, o roman ortaya çıkar ve değerini gösterir” diyordu. Bence artık günümüzde, herşeyin uluslararası ölçekte pazarlama üzerine kurulduğu piyasa şartlarında bu görüş geçerli değildir. Bir romanın basılması dahi, onun gerçek değerini bulacağı anlamına gelmez. Diyelim iyi bir roman küçük bir yayınevi tarafından basıldı. Bu romanın dağıtım koşullarından geçerek kitabevlerine ulaşması zordur. Ulaşsa da orada tezgâh altına atılacaktır. Birkaç tane satılsa da, kitabevi yeniden talep etmeyecektir bu kitabı. Çünkü kasanın yanına tuğla gibi çok satanları dizmiştir, onlardan para kazanmaktadır.
Ȍrneğin Brezilya’da büyük yayınevlerinin, kitabevlerinin içinde kendi standları var. Bastıkları kitap, direkt olarak kendi standlarından kapaktan sergileniyor. Bunun için kitabevlerine ücret ödüyorlar. Diğer küçük ve orta ölçekli yayınevlerinin kitapları ise binlerce kitabın arasında gözden kaybolup gidiyor; kıyıda köşede ya da depoda tezgâh altında duruyor. Ayrıca kitabevinin vitrinine, kitabınızın konulması için kitabevine hatırı sayılır bir miktar ödeme yapmanız gerekmektedir. Yani kapitalizmin piyasa kuralları geçerli. Andy Warhol’un dediği gibi, “Herkes 15 dakikalığına ünlü olacak” Ama parası varsa; çünkü artık neredeyse yetenek, rastlantı ya da şans denilen faktörler de yetmiyor.
Brezilya ve Güney Amerika’da bazıları dışında orta ölçekli ve küçük yayınevlerinin çoğu, para ile kitap basan ve yazarına teslim eden grafik ajanslarına dönüştüler. Yazar, kitabının basılması için yayınevine para ödüyor ve yayınevi kitabı basarak (Genelde 500 civarı bir tiraj ile) yazarına teslim ediyor. (Yazarın notu: Neyse ki henüz yayınlanmış hiçbir kitabım için yayınevine ücret ödemedim) Sadece kitabın üzerinde yayınevinin logosu bulunuyor, ancak bunun yazara hiçbir faydası olmuyor. Kitap, kitabevlerine giremiyor; girse de tezgâh altında bir köşeye atılıyor, satmıyor ve iade ediliyor. Yazar bu durumda satabilirse elli ya da yüz adet kitabı kendi çevresine satıyor, diğerleri elinde kalıyor. Ancak kendisini içsel olarak kitabı basılmış -kendi parası ile basılmış olsa da- bir yazar olarak hissetmekten öte bir fayda göremiyor kitabından.
Gelecekte yazarların yetenekleri arasında çok daha büyük rekabet olacağından ve farklı yayıncılık modellerinin ortaya çıkacağından söz ediliyor. (Do Publishing Houses Have A Future? By Kassia Kroszer)
Sanal ortamın olanaklarının yazar için daha da gelişeceğini öngörüyorum. Birincisi yazar kitabını internet ortamında herhangi bir yayınevinin sayfasında yayınlayamasa dahi, kendi Facebook ya da gelecekte başka bir sosyal medya sayfasından listesindeki arkadaşlarına yönelik yayın yapar, böylece ortalama –arkadaş sayısına göre değişmekle birlikte –bin ile iki bin arasında bir tiraja ulaşabilir. Listenin hepsinin kitabı okumayacağını varsaysak dahi, kâğıda basılı kendi olanaklarıyla yayınladığı bir kitaptan daha çok şansa sahip olacaktır, üstelik kitabı basmak için tek kuruş harcamayacaktır. Kitaba, internetin bulunduğu her yerden ulaşabilmek de bir avantajdir kuşkusuz. Kitabın yayın hakkını ise, ilgili devlet kurumuna başvurarak alabilir.
Bugün Facebook’ta herkesin kendi medyası var, Paulo Coelho, 32 yayınevi tarafından reddedilmişti. Paulo Coelho’nun Facebook sayfasında yaklaşık 12 milyon üyesi var. Ne yazsa anında dünyanın her yerindeki bu kitleye ulaşıyor. Şimdi Coelho’nun düşüncelerini duyurması için başka medya araçlarına ihtiyacı var mı?
İnternet nasıl gazetelere farklı pencereler ve yönelimler sunduysa, aynı şey kitap yayıncılığı için de geçerlidir. Amazon.com’da e-kitapların satışı, kâğıda basılı kitapların satışını çoktan geçmiştir. Ve aradaki bu fark her gün daha da açılacaktır. Yani yayınevlerinin yayın dünyası üzerindeki egemenliği sona ermektedir yavaş yavaş. Sonuçta 2040 yılına kadar, ne gazetelerin ne de kitapların kâğıda basılmayacağı öngörülüyor. Belki bu süreç umduğumuzdan daha kısa sürebilir. Yayın dünyasının geleceği internet ortamındadır.
Twitter: @erolanar